Töreleri ve Tarihleri ile Eşkıyalar
Hukuk ve tarih açısından baktığımızda, toplumların hafızasında romantik yaklaşımlara maruz kalan iki tür suçlu tipi vardır; kabadayılar ve eşkıyalar. Kiminin türkülerde ve halk hikâyelerinde kiminin ise polis ve jandarma arşivlerinde bahisleri geçer. Gazete tefrikalarında, anılarda ve romanlarda adları zikredilir.
Bu yazımızda artık şimdi pek esamileri okunmayan eşkıyaları ele alacağız. Hayatlarına, törelerine göz atacak, masalsı bir havada anlatılan, elde silah dere tepe taban tepen yaşantılarına misafir olacağız. Tarih ve edebiyat alanında haklarındaki çeşitli yaklaşımları okuyacağız. “Hangisi haklı” sorusunun cevabını arayacağız.
Eşkıyalar: Töreleri ve Tarihleri
Belki zamanımızda eşkıyaların, eskilerden referansla kahramanlıkları, mertlikleri ön plana çıkartılabilir. Ama gerek tarih ve sosyal bilim açısından gerekse onları yakından görmüş birinin anlatılarından gerçek yönlerini objektif bir şekilde ele alınca göreceğiz ki aslında sonradan bulundukları mertebeye getirilmişlerdir.
Mesela Yaşar Kemal’in kaleminden İnce Memed’i, Çakırcalı Mehmet Efe’yi okuduğunuzda hayranlığınız artabilir. Ama Kemal Tahir’in kaleminden Rahmet Yolları Kesti’yi üstüne de Yorgun Savaşçı’yı okursanız rahatsız edecek denli gerçekçi eşkıya tiplemelerine rastlarsınız.
“Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum –ruhunda arta kalmış barbarlık duygusunun da tesiriyle- soyguncularına karşı hayranlık duyar.” Andre Maurois
Rahmet Yolları Kesti romanında eşkıyalığın görünenden farklı olduğu anlatılır. Bu romandan hareketle İlyas Salman ve Şener Şen’in oynadığı “Erkek Güzeli Sefil Bilo” filmi çekilir. Yorgun Savaşçı’da romanın konusu Kuvay-ı Milliye’ye katılan bir subay olsa da yan karakterler ve geçen konuşmalar üzerinden eşkıyalara değinilir. Silahlılar, paltolular anlatılır, süvariler getiren aşiret ve oba beyleri zikredilir. Mücadele bu adamların elde tutulmasına bağlıdır. Romanda bunlar için “İşimiz işte bu Çakırcalı takımına kaldı!” denilmektedir.
Yaşar Kemal’in romanları ise halk ağzından olduğu kadar halk gözünden anlatmaktadır hikâyeleri. Çukurova köylüsünü, dağlısını, yörüklerini, ağasını, beyini, eli tüfeklisini anlatır. Epik bir tarzda geçer. Görüldüğü gibi edebiyatta eşkıya meselesine yaklaşım tartışmalıdır. Bir ikilem söz konusudur.
Halkın sözlü tarih kayıtlarından türkülerde de böyle bir ikilem söz konusudur. “Efelerin içinden Yörük Ali’yi seçtin mi?”, “Kerimoğlu duvarlardan atladı silahların beşi birden patladı”, “Bize de derler Çakıcı yar fidan boylum, yakarız konakları” gibi eşkıyalığı öven türküler vardır. “Efeler nereden çıktı eşkıyaları anlatmıyor musun” diye soracak olanlarınız olabilir. Fakat bu iki gurup karakter ve yapılanma olarak kısmen benzeşmektedirler. En azından toplumsal zeminleri, ortaya çıkış nedenleri neredeyse birbirinin aynıdır.
Konuya dönersek bunca övmeye ve epik havaya karşın efelerin zalimliğine gönderme yapan türküler de vardır. “Sille’den gece geçtim görmedim annem, efeler içmiş içmiş sarhoş olmuş annem”, “Amanın efeler öldürmen beni, güzelde Cemilem’in hatırına soldurman beni” türküleri gibi. Ama ağırlık kahramanlıklarından yanadır en azından o şekilde bahsedilirler.
Halk nezdinde kendilerine “ilişmeyen”, derebeyine, ağaya karşı köylüyü koruyan ve harama uçkur çözmeyen eşkıya üç türlü ödül hak eder. Yaşarken köylü onu ele vermez, besler, saklar. Vurulduğunda öldüğüne inanmaz, yedi evliya gücünde der. Öldüğü kesinleştiyse türkülerinde ağıtlarında yaşatır. Misal bir “Çakırcalı Mehmet Efe Ağıdı” vardır, “Sepetçioğlu bir annenin bir kuzusu” gibi türkülerde böyle bir yakıştırma yapılır.
Bu duruma bir eleştiri Kemal Sunal’ın eşkıyalık konusunun işlendiği “Salako” filminde görülmektedir. Bir komedi filmidir fakat ağalarla eşkıyanın ilişkisinden, Salako’nun efsanelere inanan Anadolu halkı nezdinde söylentilerle eşkıyaya dönüşmesine, sağlam tespitleri vardır.
En iyi betimlemeyi filmin sonunda Urfalı Babi’nin canlandırdığı ozan karakteri yapar. “Bu millet yıllarca olur olmaz adamlardan medet umdu. Hamido destanı, Salako destanı!” der. Kimi eşkıya öyledir. Kurtlar Vadisi dizisinde Doğu Eşrefoğlu karakterinin: “Eşkıya iki türlüdür. Birisinin ardından türkü yakılır. Diğeri iki madalya bir fermanla kendi köyünün paşası olur halkı soymaya devam eder.” babından bir repliği vardır, toplumun konuya bakış açısını az çok göstermektedir.
Eşkıya Kavramı
Eşkıya gerçekte bir tür “kaçak”tır. Misal “Halil İbrahim” türküsü bir “kaçakçı” için yakılmıştır. Eşkıya kanundan kaçar. Bu kaçan kişi efe, zeybek taifesinden de olabilir. İç Anadolu’da “ayıngacı”, Ege’de “kaçakçı” dediğimiz, tütün rejisinin kolcularıyla çatışan tütün kaçakçılarının bazılarının da ardından türkü yakılmıştır. Mesela meşhur Çökertme türküsündeki bahsi geçen Halil bir efe olduğu yönünde rivayet olsa da, tütün kaçakçısıdır ve sevdiğiyle kaçarken öldürülmesi üzerine bu türkü yakılır.
Yine adi cinayet vakaları için türkü yakıldığı da olmuştur. “Giresun üstünde bulutlar gezdi, Eşref’in yolunu azgınlar kesti, Eşref’i vuranın olur mu dostu, Atma Hakkı atma pişman olursun, Giresun beylerine düşman olursun”, “Yapma Murat yakışmaz senin şanına, insan hiç kıyar mı eniştesin canına”, “Laf anlamaz ormancı çekmiş kafayı, Aman ormancı canım ormancı, köyümüze bıraktın yoktan bir acı”, “Gitme Hamdi, gitme oğlum sen bugün oduna, Kafir Şumar çıkacak senin yoluna”, “Radinde yârim radinde belalı da yârim zindanda. Hiç kabadayı değilsin arkadan kıydın bana” türkülerinde görülebileceği gibi. Bunlar dışında kan davası veya hasımlık nedeniyle pusu kurulanlara da türkü yakılmıştır: “Huyuna da Cemal’ım huyuna, kıymışlar da selvi boyuna, Cemalım’ın kanı akar, Ceyhan suyuna”, “El veriyor, el veriyor orta direk bel veriyor, döndüm baktım sağ yanıma Mehmed’im can veriyor” türkülerinde görüldüğü gibi.
İşte eşkıya dediğimiz insanlar bir tür kanun kaçağıdır. Yaptıklarıyla halkın gözünde zaman zaman değer kazanmışlar, türkülerde anılmışlardır. Aynı toplumun hafızası olan türkülere karanlık yönleriyle de geçmişlerdir. Bazıları unutulmuştur ve sadece adliye kayıtlarında kalmıştır ama bir dönem gazetelerde hikâyeleri ve yaptıkları anlatılanlar da olmuştur.
Efelerle ilgili yaptığım okumalarda bunların “yatak” adını verdikleri çoğunlukla dağ köylerine ve Yörük obalarına dayanan bir sistemden bahsedilir. Buna göre köylüyü korumaları karşılığı köylü de bunları korumuş ve eşkıyaların olsun, efelerin olsun yegâne kuralı “yatak tutmak” olmuştur. “Yatak” tutmayan veya elden yitiren efenin dağda fazla yaşayamayacağına kanaat getirmişlerdir.
Rahmetli Halit Çapın, 1960’ların Türkiye’sinde dağlarda gezen eşkıyaları ve röportaj için peşine düştüğü Koçero’yu anlatır. 2005 tarihinde, vefatından önce Takvim gazetesinde yazdığı dönemlerdeki köşesinde bahis etmişliği vardır. 8 Eylül 2005 Perşembe tarihli Takvim gazetesinde “Eşkıya” başlığı altında yazdıkları adeta bir dönemin tarih hafızasıdır. Yine ertesi gün 9 Eylül 2005 Cuma tarihli Takvim gazetesinde “Göçen adam: Koçero” başlıklı yazısında gerçekleştiremediği röportaj denemesini anlatır ama eski dönem eşkıyalarından bahsetmeye devam eder.
Bu yazıdan şunu çıkartırız. “Harama uçkur çözmeyen” eşkıya kısmı halk nezdinde itibar görmüştür. Meseleyi yöresel anlatır Halit Çapın. Harhurlu Haco, Tilki Selim, Davudo, Mamudo, Yezidi Mirzo, Arnema gibi eşkıya isimlerinin adı geçer, sonra bunların makbul sayılmadığı çünkü harama uçkur çözdüklerinden ve hesapsızca adam öldürebildiklerinden bahsedilir.
Diğer yandan Koçero’yu ayrı tutmaktadırlar. O hem harama uçkur çözmez, hem gerekmedikçe adam öldürmez, halk kendisini makbul saydığından dolayı kendisini kollamıştır.
(Halit Çapın, “Eşkıya”, Takvim Gazetesi, 8.9.2005; Halit Çapın, “Göçen adam: Koçero”, Takvim Gazetesi, 9.9.2005).
Tarih ve Eşkıya
Tarih üzerine yazanlarda da “eşkıya” kavramına dair belirgin bir görüş farkı vardır. Genellikle tarih kayıtlarından hareketle bunları adi suç vakasının ürünleri olarak değerlendirenler çoğunluktadır. Bu düz bir bakış açısıdır, zira eşkıyalar merkezi otoritenin karşısında yöresel otoriteden gelmektedirler. Çifte ahlak ve özel hukuk anlayışının ortaya çıkardığı bir durumdur. Maffios toplum yapılanması olarak nitelendirilebilecek bölgelerde kan davası veya meşru müdafaa nedeniyle dağa çıkma olgusunun ön planda olduğunu görmekteyiz. Demek ki bu düalite ya da ikilik anlayışı suçun bazen kabul edilebilir hale gelmesine ve bu da dolaylı yoldan eşkıyalığa yol açmaktadır.
Farklı görüşler de söz konusudur. Mesela Karen Barkey, eşkıyalığın Osmanlı açısından kendine özgü bir merkezileşme uygulaması olarak devletle olan ilişkisinden bahseder. Nihat Genç, Çakırcalı Mehmet Efe örneği üzerinden eşkıyayı toplumun sesi, ayan ve derebeyine karşı en önemli dayanağı olduğu tezine dayanarak Hobsbawn’ın “sosyal isyancılar” statüsünde değerlendirir. Ama bunu bütün eşkıyalar için değil, toplum hafızasında kabul gören yani “türkü yakılmış” eşkıyalar için söyler. Eric Hobsbawn ise eşkıyaları bütünsel olarak incelemez aralarında kategorilere ayırır. Gerçi temel olarak eşkıyalar içerisinde sosyal isyancı olduklarını savunur ama doğrudan bunun üzerinde durmaz diğer tür eşkıyalardan da bahseder. Toplumsal isyancı, soylu haydut, intikamcı, hayduklar (haydamaklar ya da başıbozuklar) ve kamulaştırılanlar.
Genel olarak bakıldığında ise eşkıyalık olgusu merkezi otoritenin zayıf düştüğü, kanunların geri plana itilip haksızlıkların büyüdüğü dönemlerde bir tür hak aramadır. En basitinden bir şekilde suç işleyen birisi zindana düşmemek adına veya haksızlığa uğradığı savıyla kaçak hayatına başlar. Özellikle idamlık olacağı kesinleşmişe artık silahlı ve kovalamacalı bir hayat başlamaktadır. Bazen ekonomik koşullar ve işsizlik gibi koşullarda eşkıyalık ve haydutluğun yayılmasına neden olup, çıkışında etkili olmuştur. Savaş için yetiştirilmiş deneyimli birliklerin, işsizlik ve hedefsizlik nedeniyle eşkıya gruplarına katılması veya eşkıyaya dönüşmesi de söz konusu olmuştur.
Anadolu’da Eşkıyalık
Efelik, zeybeklik ise daha çok “sosyal isyancı” denilen tip ile özdeşleştirilmiştir. Eşkıyalık yapanları vardır ama genelde yiğitlikleri ve ezilenin yanında olmalarıyla bilinirler. Toplumsal hafıza tarafından kabul görürler. Efelerin ve zeybekliğin ortaya çıkışı tartışmalı, ama tüfek ve yatağanla dağda gezinmeleri ve İzmir’den Konya’ya Kastamonu’ya dek görülmeleri bunların Celali İsyanları döneminde yolları ve ticareti koruyan sekban-seğmen birliklerinin geleneklerinden geldikleri tezini güçlendirmektedir.
Eşkıyaların hayatı ve dağa çıkışları, son bulmaları birbirine benzemektedir. Öyle ki karşı oldukları odaklar bile neredeyse aynıdır. 1830’larda Ödemiş İsyanı’nı hazırlayan Atçalı Kel Mehmet’in hayatını incelediğinizde en çok mücadele ettiği isimlerin başında yörenin ayan ailelerinden Arpazlı ailesi gelmektedir. Ondan takribi seksen küsur yıl sonra aynı coğrafyada faaliyet gösteren Çakırcalı Mehmet Efe’nin de en çok uğraştığı isimler arasında yine Arpazlı ailesi vardır.
Anadolu toplumunda ayanlara ve beylere karşı belli bir tepki toplumsal bellekte, en az eşkıyalar kadar yer bulmuştur. Mesela bu türkülere örnek olan “Köroğlu Türkülerinde” epik anlatım tarzının en uç örnekleri görünür, aynı türkülerde sürekli “Bolu Beyinden” dem vurulur. Bolu Beyi kim bilinmez ama halk hikâyelerinde hileci, düzenbaz, zalim biri olarak bahsi geçer.
Ayanlara, beylere karşı duyulan tepkinin atasözlerine bile yansıdığı söylenebilir. En meşhuru “At binenin kılıç kuşananın”, yine Konya yöresine ait, “Asalet fahişelikten kötüdür.” sözleridir.
Ayanlarla eşkıyanın çatışması sadece efeliği değil Balkanlardaki haydut-haydamak taifesini de kendi meşruiyetini oluşturmaya itmiştir. Ayanlar arası çatışmalar, yerel Hristiyan cemaatlerini silahlanmaya sevk eder. Bu silahlı gruplar sonradan Fransız İhtilali döneminde asıl ayrılıkçı unsurların başını çekecektir.
Eşkıyalık bu açıdan sadece toplumsal yönüyle değerlendirilemez. Yukarıda da bahsedildiği gibi yöresel adalet anlayışından, örfi hukuktan etkilenir ve belli siyasi-ekonomik çıkarlar doğrultusunda örgütlenmesini legal düzeye de çıkarabilir. Eşkıyalığın şehir toplumuna yansıyan etkileri olmuştur. Osmanlı döneminde Matlı Mustafa örneğinde olduğu gibi eşkıyalıktan kabadayılığa geçerek şehirlerde faaliyet gösterenlerde olmuştur. Balkanlarda komitacıların artması, şehir de azınlık grubu kabadayıların türemelerine neden olmuş bu da yerli kabadayıların oluşumunu hızlandırmış, bunlar dönem dönem komitacılık da yapmıştır.
Eşkıyalığın Töreleri ve Teamülleri
Peki, bu eşkıyaların töreleri, amiyane tabirle raconları nelerdi? Yaşam tarzları nasıldı? Bununla ilgili kaynak olarak tanımlayabileceğimiz bir eser hazırlanmıştır. Refi Cevat Ulunay’ın Dağlar Kralı Balçıklı Ethem isminde bir kitabı vardır. Roman, bir dönemler Sakarya, İzmit ve Anadolu yakası havalisinde eşkıyalık yapan, “Dağlar Kralı” lakaplı Balçıklı Ethem’in hayat hikâyesini anlatmıştır. Bu kitap kaynak mesabesindedir, zira bu eşkıya daha hayattayken Refi Cevad kendisiyle konuşmuş yazdıklarını not etmiştir. Aynı durum Sayılı Fırtınalar için de söz konusudur. Çoğu kabadayıyı yaşlılığında görmüş, onların anılarını, sözlerini not etmiştir. Gerçi Refi Cevat, gerek kabadayıları gerekse eşkıyaları romantik bir bakış açısıyla ele alır, onları gezgin şövalye gibi görür ama çokça yüceltmez, bunların çekinmeden adam öldürebilmelerini, maceralı hayatlarını olduğu gibi anlatır. Reşad Ekrem Koçu’da da bu üslup vardır. Bu açıdan konularla ilgili temel kaynaklar bu yazarlarımızın eserleridir.
Eşkıyalar, kolcu ve jandarmadan çok kendilerine benzeyenlerden yani diğer eşkıyalardan çekinirlerdi. Onları çoğunun ya arkadaşlarından birinin kurşunuyla ya da başka bir çetenin saldırısıyla öldürüldüklerine dikkat çekilmektedir.
Öldürdüklerinin silahlarını almazlar, başkasının silahının kendilerine uğursuzluk getireceğine inanırlardı.
Başlarına gelen maceraları çoğunlukla anlatmazlardı. Yaptıkları baskınları, cinayetleri, sarılmadan kurtulmalarını ellerinden bir kaza çıkmış gibi anlatırlardı. Yani kendi maceralarını övünerek anlatmaları ayıp sayılıyordu.
Kendi aralarında bir tür mahkeme usulü vardı. Yapılacakları, idam edecekleri, cezalandıracakları kendi aralarında konuşulur, öyle karara bağlanırdı.
Bir yerde konakladıklarında çevreye gözcüler bırakırlardı. Gözcüsüz, tedbirsiz konaklayan eşkıya ya çok toy ve deneyimsiz sayılırdı, ya da kendine aşırı güvenen biri olduğuna yorulurdu.
Karşı karşıya kaldıkları çete veya kolcunun etnik özelliklerine ve bağlantılarına dikkat ederlerdi. Mesela Laz, Arnavut, Çerkes gibi kabile toplumundan gelen insanların bağlantılarına, kan davası gütmeleri gibi özelliklere, nişancılık ve savaşçılık gibi özelliklerine dikkat ederler, düşman seçerken buna göre davranırlardı. Mesela bu hususta romanda Balçıklı Ethem bir çeteyi kıstırdığında adamların silahlarını tamamen bırakmalarını emreder. Sonra da diğerlerine dönerek: “Ben Lazları bilirim, bir tabanca ile alayımızı haklarlar.” diye uyarır. Benzeri durum tarihte bahsi geçen efelerden olan Alabardalı Kabakçı Salih Efe’nin hikâyesinde de vardır. Savaş yıllarında Çerkes asıllı bir çeteyle vuruşmuş, bunun kan davasını güden bir Çerkes yüzbaşıda onu birkaç yıl sonra bir pusuya düşürerek öldürmüştür.
Kendileri ve tasarıları hakkında ağızlarından laf kaçırmamaya dikkat ederlerdi. Bunu Balçıklı Ethem şöyle ifade etmektedir: “Bu yolda bulunanlar karda gezerler, izini belli etmezler. Bizim yolumuz da bulunanların başlarına ne gelirse dilleri belasından gelir.” (Bu taife tarafından eşkıyalık “yol” ismiyle adlandırılır. “Bu yola girdik” şeklinde anlatılarına başlarlar. Elini eteğini çekmiş ihtiyar eşkıyalar, kendilerine özenen birini gördüklerinde “Bizim yolumuz yol değildi” diyerek uyarırlar. Yol tabiri Ege’de yörükler arasında da “yola getirmek” deyimi efelerin “yola getirdik sonra dağa çıktık” şeklinde kullanmasıyla göze çarpar.)
Silahlarını boşa atmaz, mermiye kıymet biçerler.
Eşkıyalığın kendi aralarında bir rütbe sistemi vardır. En başta çete lideri bulunur. Onun altında sağ kolu veya baş kurmayı bulunur. Kurmayların sayısı birkaç tanedir, onların da altında kızanlar vardır. Kızanların da altında acemiler bulunur. Acemilere erzak ve cephane taşıtırlar, silah vermezler. Kendi tabiriyle “Müsademeye (çatışmaya) girilince ilk önce kertenkele gibi kayalara yapışıp mermilerden saklanmasını öğrenirler. Mermi vızıltısına alışıp kayalara yapışmayı öğrenene tüfek verirler. Tek atışlık hakkı vardır. O atışta başarılı oldu mu kızanlardan sayılır. Tabi bu efeler falan eski dönem çetelerinde varmış. Bizim zamanımızda kaçaklar vardı, çatışmaya girmezler, bu kadar da kalabalık gezemezlerdi.” Hatta “Deve gibi ayağa kalkmak” deyişini acemilik olarak görüp çatışmada bu şekilde vurulanları alaya alırlardı.
İstihbarata önem verirler, iki tür adam beslerlerdi. Birinci türü her köyde bulunur, köye inen kervan, kolcu ve yörenin derebeyi, ağası hakkında bilgi verirdi. İkinci tür adamı ise duruma göre devşirirlerdi. Bu adam yardımıyla hasım oldukları çete ya da ağanın adam sayılarını, faaliyet bölgelerini, bağlantılarını araştırırlardı. Bu ikinci tür casus günü gününe haber getirir. Bilgileri olmadan hasım çeteyle vuruşmaya girmezlerdi. “Korku dağları bekler” sözüne inanırlar, rehber ve öncü çıkarmaya önem verirlerdi.
Ölüm fikrine kendilerini alıştırmışlardı. Vurulma tehlikesiyle birçok defa yüz yüze geldiklerinden tuhaf bir alışma hali içerisindeydiler. Su testisinin suyolunda kırılacağına inanırlar ve en zorlu eşkıyaların bile rahat döşeklerinde ölemediklerini sürekli kendilerine hatırlatırlardı. Çatışma başlayana kadar süren gerginlik halinin vuruşmada ortadan kalktığına inanırlardı.
Müsademe sırasında çoklukla etrafları kuşatılırdı. Buna “sargı” derler, sargı sırasında vuruşurlarken karşı tarafa küfrederlerdi. Bu düşmanı kızdırarak ölçüsüz hareket etmelerini ve yanlış yapmalarını sağlamak içindi. Küfrü yiyen adam deneyimliyse bunu bilir ve ses etmezdi. Acemi olan kafasını çıkarıp küfrü bastığı anda kendi tabirleriyle kurşunlara hedef olurdu.
Kendilerine özenilmesinden haz duymazlardı. Balçıklı Ethem’in ağzından aktarıldığına göre: “Size baba nasihati! Dedi. Bizi böyle görüp, ah ben de Ethem Ağa gibi olsam diye heveslenmeyin. Biz bir kere bu yola döküldük. Ya karnı, ya sırtı.”
Eşkıya arasında verdikleri sözü tutmak şeref meselesi olup, sözünden dönene iyi gözle bakmazlardı.
Başına gelenleri kaderden sayarlardı. Kendini normal bir insandan farklı görmezler, bu nedenle erkeklik, verilen sözü tutmak, halkın ırzına, namusuna göz dikmemek gibi inanışlara sadık kalırlardı. Hülasa kendi aralarında eşkıyalığı bir meslek olarak görüp, sermayesi adam öldürmektir derlerdi. Eşkıyanın namuslu olması eşkıyalar için hayat meselesiydi. O sayede çevreden destek görürlerdi. Cana, mala, ırza kasteden türünü köylü arasında barındırmazlardı. Bununla ilgili bir örneği Ulunay vermektedir. Ankara civarında Yırtma Mehmet isimli bir eşkıya köylü kadınlara sarkınca, kadınlardan birisi kaptığı baltasıyla eşkıyayı tepelediklerinden bahseder.
Eşkıya kısmı kendilerini takip eden kolcu veya zaptiyenin çarpışmalardaki yeteneklerini ve cesaretlerini öğrenmek isterdi. Genç zabitlerden çekinmez ama yaşı geçkin ve tecrübeli çavuşlardan çekinirlerdi. Çatışmalarda küfürleşmeleri, birbirleriyle vuruşmaları bunlar arasında husumet yaratırdı. Eğer sargıdan kurtulursa, toy ve deneyimsiz birini sadece yaralar, gafil avlasa da öldürmezlerdi.
Eşkıyalar takip müfrezelerinden çok, çete içerisine dedikodu, şüphe, anlaşmazlık girmelerinden çekinirlerdi. Aralarına bir kez bir husumet girdi mi günden güne büyüyen şüpheleri aralarında çatışmaya neden olurdu. Her sorunu öldürerek hallettiklerinden dolayı bu tip çeteler kurt oyununa çıkmış kurt sürüsüne benzerlerdi. Ölüm korkusu nedeniyle uykusuzluk ve daimi tetikte olma hali sinirlerini gerer, çarpışmaya girdiklerinde yanındakinin kurşunuyla ölme ihtimalini düşünmeye başlarlardı.
Mevsim zorluklarına, yorgunluğa ve bundan şikâyet edilmesine tahammül göstermezlerdi. Ağır bir hastalık geçirmedikleri sürece ellerinden silahlarını bırakmazlar, dağ bayır dolaşmayı sürdürürlerdi. Ölüm düşüncesi nedeniyle rahat yatakta dinlenmeyi göze alamazlardı. Ömür boyu böyle yaşayabilirlerdi, ancak affedileceği, af çıkacağı kesinleşirse silah bırakırdı. Ama bu barış kısa sürer, normal hayata alışamaz ve yeniden dağlara dönerlerdi. Çakırcalı’nın bile hayatı incelendiğinde bu görülür, birkaç affa rağmen yeniden dağa çıkmıştır.
Sargılarda kurtulmaları genelde en zayıf gördükleri cepheye yüklenerek buradan sıyrılmak şeklinde olurdu. Böyle durumlarda boşa mermi yakmaz araziden istifade ederek sırra kadem basarlar, sis gibi mevsimsel unsurları sıklıkla lehlerine kullanırlardı.
Kendi adamları dâhil diğer insanlara karşı daimi bir güvensizlik içerisinde olup insan için “iki ayaklı kurt” tabiri kullanırlardı. Zeybeklerin kabul töreninde ettikleri yeminde “-İnsana bel bağlanır mı? –Bağlanırsa ağlanır!” şeklinde geçmektedir bu düşünce.
Eşkıyaların en temel kanunu ırza mala göz dikmemek ise ikinci kanunu düşmüşe, âcize el uzatmak yani yardım etmekti. Adi suçlar işleyenler haricinde bu şekilde davrananlar toplumsal hafızada kabul görmüş, türkülerde bahsi geçen kişiler olmuşlardır. Bu nedenle genelde fakir fukaraya çeyiz armağan edip evlendirmeleri, düğün kurdurmaları söz konusudur.
Eşkıyalar yaptıkları baskın ya da tahribattan sonra etkileri hafifleyinceye kadar ortalıktan çekilirler.
Sonuç Yerine
Eşkıyalık artık son dönemlerde tarihe karıştı. Ancak Somali gibi bazı bölgelerde korsanlık şeklinde devam ediyor. Ulaşım sistemlerinin gelişmesi eşkıyalığın dağ saltanatını yıkmıştır. Son eşkıya 1970’lerin sonunda Muğla’da dağa çıkan “Muğla canavarı” lakaplı “Eşref Atan” oldu. Ege’de dağa çıkan son eşkıya da o oldu. Ne zeybekti ne de adına türkü yakıldı. Öldüğü gün gazetelerde “Ege’de dağa çıkan ama adına türkü yakılmayan son eşkıya yatağında öldü” mealinde haberler çıktı 2006 yazında. 1970’lerden sonra kabadayılık nasıl tarihe karıştıysa, eşkıyalık da tarihe karışmıştı.
Mehmet Berk YALTIRIK
Bu yazı ilk olarak Tarih ve Medeniyet´te yayınlanmıştır.
YENİ HABERLER
YORUMLAR
Henüz hiç yorum yapılmamış.