Önleyici Savaş Nedir?

23 Ocak 2018, 18:22

Nezaket Memmedova

Siyaset Bilimci

Soğuk savaşın bitiminden sonra çağdaş uluslararası ilişkiler düzeninde gelişen süreçler üç yüz elli sene boyunca dünyanın belli başlı devletleri arasında ilişkileri düzenlemiş olan Westphalia Barışı`nın sekteye uğradığını, onu imzalamış olan devletlerin toprak bütünlüğü ve bağımsız beraberlik hakları düzeninin artık iyice belirginleşen insani müdahele ve önleyici savaş prensipleriyle değiştirildiğine dair fikir söylememize neden olmaktadır. 1648 yılından bu yana süregelen Westphalia düzeni ve onun oluşumunu sağlayan devletlerin bağımsızlığı ve birbirlerinin içişlerine karışmanın kabul edilemezliği de şuan yavaş yavaş ortadan kalkacağa benziyor. NATO’nun Kosova konusunda Sırbistan`a karşı tutumu, Libiya`yı bombalaması, ABD`nin Irak ve Afganistan`a askeri müdahalesi ve diğer insani muadele ve önleyici savaş prensiplerinin bağımsızlık ve içişlere muadele etmeme prensiplerinden daha ciddi bakıldığını ispat etti. Büyük ihtimalle, uluslararası ilişkilerde henüz pasif bir biçimde mevcut olan bu yaklaşım önümüzdeki dönemlerde kristalleşerek en önemli prensiplerden birine dönüşecektir.

Kutuplaşmanın ortadan kaldırılması, uluslararası hukuk prensiplerinin iyice erozyona uğraması, BM’nin işe yararlılığının azalması olarak belirtilen şuan ki uluslararası ilişkilerin gelecekte güvenlik koalisyonları üzerinde kurulacağı iddia edilmektedir. Günümüzde ABD’nin önderliğinde terörizme karşı savaş amacıyla oluşturulan terör karşıtı koalisyonlarının bir tesisat haline getirilerek II Dünya Savaşından sonra faşizme karşı savaşı kazanmış devletlerin BM2yi oluşturarak dünyada üstlendikleri etkin rolü oynayacağını ihtimal etmek mümkündür. Bu zaman BM tüzüğündeki bazı maddelerin günümüz uluslararası ilişkiler düzeninde gerçekleştirilen insani müdahale ve önleyici savaş prensipleriyle değiştirileceği kuşkusuzdur.

Dünyanın çeşitli ülkeleri savaş durumunda olmadıkları ülkelere karşı kimi zaman kendi ulusal güvenliklerini sağlamak adına önleyici saldırı taktiğini uygulamışlardır. 1801 yılında İngiltere deniz birlikleri amiral G. Nelson`un komutanlığında Kopenhag`ta operasyonlara başladı. İngiltere ve Danimarka arasında savaş durumu bulunmasa bile, Danimarka “silahlı tarafsızlık” politikası izleyen ülkelerdendi. Konu şu ki, o zaman Avrupa`da Napolyon savaşları sürüyordu ve İngiltere donanmasının askerleri Fransa`ya silah getirilmesini önlemek amacıyla tarafsız ülkelerin gemilerini dahi kontröl ediyorlardı. “Silahlı tarafsızlık”sa bu pratiğe son vermek için oluşturulmuştu. İngilizler Danimarka donanmasından Napolyon`un kullanmaması için onları yönetimine geçmeleriyle alakalı çağrıda bulundular, ama, olumlu yanıt alamadılar ve sonuçta Danimarka’nın askeri gemilerine ve başkent Kopenhag`a ateş edildi. Danimarkalılar anlaşmaya gitmek zorunda kaldılar ve “silahlı tarafsızlık” politikasından vazgeçtiler. 1807 yılında İngilizler yeniden Kopenhag`ta belirdiler ve Danimarka donanmasının teslim edilmesi talebinde bulundular. Danimarkalıların yeniden bu talebi kabul etmemesi sonucunda ülke maalesef donanmasının hepsini kaybetti, Kopenhag şehrinin üçte birlik bölümüyse İngilizlerce yakıldı. Sonuçta uluslararası ilişkilerde askeri deniz donanması birlikleriyle önleyici saldırı taktiğini anlatmak amacıyla yeni “Kopenhagening” terimi oluştu. Aynı dönemi araştıran tarih bilimcilerin kanısına göre, manevi ve hukuksal açıdan Londra’nın hareketleri hiçbir kural ve yasaya sığmamış olsa bile, stratejik açıdan İngilizler düşünülmüş bir adım atmışlardır.

Eğer Fransızlar güçlü Danimarka askeri donanmasını da kendi deniz güçlerine katmış olsaydı, Napolyon`un İngiltere`yi işgal etmesi an meselesiydi. 1837 yılında İngiliz gemileri ABD ve Kanada’yı ayıran Niagara nehrinde Amerika`nın “Coraline” gemisini alıkoydular. İngiliz istihbaratında bu gemide Kanada ayrımcıları için silah taşınmasıyla ilgili bilgi mevcuttu. Alıkonulmuş geminin yakılıp sulara gömülmesinden, ABD vatandaşı olan birkaç mürettebatıysa öldürülmesinden sonra ABD hükumeti Coraline doktrinini kabul etti. Doktrin önleyici saldırının en üst düzeyini belirleyerek bu tür saldırıların gerçekleştirilmesi için karşı tarafın gerçekten de silahlı saldırıya hazırlanmasıyla alakalı kabul edilmesi gereken olguların olmasını şart koşmaktaydı. Hakeza saldırının geri püskürtülmesi için karşı saldırıların gücü de bu tehlikenin düzeyine uygun olmak zorundadır.

“Caroline” gemisine saldırı olayına benzer olaylar daha sonrasında tarihte defalarca tekrarlanmıştır. Örneğin, 2002 yılında İsrail komandoları Kırmızı denizde İran yapımı elli ton silah ve patlayıcı madde dolu gizli yük götüren “Karine-A” isimli Filistin gemisini alıkoydu. 1904 yılında Japonya donanması Port Artur`daki (Çin`deki Rusya üssü) Rusya filosuna ansızın saldırdı. Saldırı 9 Şubat gecesi, Tokyo’nun Sankt-Petersburgla diplomatik ilişkilerini kesmesinden üç gün sonra gerçekleşti. Bu gün Rusya-Japonya savaşının başladığı gün olarak tarihte yerini almıştır. 1941 yılında SSCB`ye saldıran Almanya ve aynı sene 7 Aralık`ta Pearl Harborda ABD’nin okyanus donanmasını yerle bir eden Japonya da aynı davranışı sergilemişlerdir.

1940 yılında Fransa’nın kapitülasyonlarından sonra onun müttefikine dönüşen İngiltere Fransa donanmasının onlarca gemisine saldırarak onları imha etti. Bilindiği üzere, nasist Almayanla savaşta bu iki ülke müttefiklerdi. Almanların Paris’i işgalinden sonra müttefik birlikleri Dünkerk`ten tahliye edildiler. Fransız müttefiklerinin vurdumduymaz tavırları İngilizlerde Fransa’nın askeri deniz birliklerinin Almanlar ve İtalyanlarca alı konulacağıyla ilgili kuşkular uyandırmaktaydı. Bu yüzden de İngilizler “Catapulta” ismini verdikleri operasyonlara başlayarak, İngiltere limanlarında bulunan Fransa gemilerine el koydular.

Peşindense Cezayir`in Mers-el-Kebir limanında operasyon düzenlenerek Fransızlara ültimatom verildi: -gemileri kendi rızalarıyla İngiltere devletine teslim etmek; – savaşa bitinceye dek kontrol altında tutulmak şartıyla okyanus aracılığıyla Martinica ve Guadelupa adalarına çıkış sağlamak; -yukarıda belirtilen şartlara onay vermedikleri takdirde savaşmak Fransa üçüncü yolu seçmeleri yüzünden birkaç saatlik çatışma süresince bir hayli gemilerini ve donanmalarından bin üçyüz kişiyi kaybetmek zorunda kalmışlardır. Fransız askeri deniz birlikleri teslim olarak silahlarını bıraktılar ve savaş bitinceye dek bulundukları yerden ayrılmamayı onayladılar (1943 yılında onlar “Özgür Fransa” birliklerine katıldılar). Daha sonra İngilizler ateş dahi etmeden Mısır`ın İskenderiye limanında bulunan Fransız donanmasını hüsrana uğrattılar ve Dakar’da ki (şuan Senegal topraklarında bulunmaktadır) Fransa üssüne saldırdılar, fakat orda bulunan gemilerin bir kısmı Tulon şehrine doğru yol almaya koyuldu.

Almanya`ya müttefik Vishi iktidarının yönetiminde bulunan Tulon şehrindeki Fransa donanmasına 1942 yılında Alman ve İtalyan birliklerinin saldırısı sırasında kendi gemilerinin düşmanların denetimine geçmesin diye Fransız denizcileri donanmanın bir hayli gemisini sulara gömdüler. 1983 yılında ABD başkanı R. Reygan Grenada ada devletine karşı önleyici askeri operasyon düzenlemekle ilgili emir verdi. Askeri güç uygulanmasıyla ilgili verilen karar Doğu Karayib Devletleri Örgütünce onaylandı. ABD başkanı Grenada’nın SSCB ve Kübaca işgalinin planlandığını, aynı zamanda Grenada’da yüklü miktarda silah bulunduğunu ve uluslararası terör örgütlerinin bu silahları kullanabileceğini belirtti. Askeri operasyonların başlatılması için en önemli bahaneyle Grenada hükumetinin Amerikalı öğrencileri rehin alması oldu. Daha sonra öğrenciler için hiçbir hayati tehlikenin bulunmadığı ortaya çıktı.

Aslına bakılırsa, Grenada hükumeti onları rehin almak falan istemiyordu, sadece, onların güvenliğini sağlamak adına bu adımı atmıştı. Zira adada silahlı çatışma başlamış ve çıkan olaylar sonunda bir süre önce iktidara gelmiş Grenada marksist örgütünün lideri kendi arkadaşlarınca öldürülmüştü. Adanın işgalinden sonra Grenada’nın askeri üslerinin eski Sovyet silahlarıyla doldurulduğu belli oldu. Askeri müdahaleye başlamadan önce ABD adada bin iki yüz Kübalı komandonun bulunduğunu söylese de, daha sonra adada iki yüz civarında Kübalının bulunduğu, bunların da büyük bir kısmının sivil çalışanlar olduğu ortaya çıktı. İsrail de birkaç kez önleyici saldırı taktiğini kullanmış devletlerdendir. 1981 yılında İsrail savaş uçakları Irak`takı nükleer reaktörünü bombaladı. Irak nükleer programına 60’lı yıllarda başlamıştı. Fransa Irak`a araştırma reaktör vermeyi onaylamıştı.

İsrail önceleri bu reaktörü kendi güvenliği için tehdit olarak görmekteydi. Zira Saddam Hüseyin defalarca İsrail devletini yok edeceğini söylemişti. Saldırı operasyonu aslına bakılırsa, çok riskli bir durumdu, zira bu, Arap devletlerince saldırı değerlendirilebilir ve böylece bölgede büyük bir savaş patlak verebilirdi. Ayrıca, ABD ve Avrupa ülkelerince İsrail`e ekonomik ambargonun uygulanması riski de gözardı edilemezdi. Fakat İsrail istihbaratının Fransa’nın Irak`a doksan kilo civarında uranyum göndermek için kolları sıvadıysa ilgili bilgi alınınca Irak`a saldırı düzenlenmesiyle ilgili karar kesinleşti. İsrail hava araçları reaktörü bombaladı. Dünyanın pek çok devletleri ve BM Güvenlik Konseyi İsrail`in bu saldırısını kınadı, fakat ona karşı sert yaptırımlar uygulanmadı.

1991 yılında Irak ordusunun Kuveyt’e saldırı düzenlemesinden sonra İsrail`in on sene önce izlediği bu politika gerçekçi bir adım olarak nitelendirildi. Bu devlet tarafından sonuncu böyle bir saldırı İsrail askeri uçaklarının Suriye’nin ismi gizli tutulan bölgelerine düzenlenmiştir. Kimi bilgilere göre, bu saldırı sırasında Suriye`deki belli başlı nükleer tesisler bombardıman nasibini almıştır. ​2002 yılında kabul edilen ABD’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi önleyici saldırıların düzenlenmesine o denli olanak tanımaktadır ki, düşman devlet ve ya teröristler ABD ve onun müttefiklerine saldırmak için gerekli imkanlara sahip olsun ve reel niyet gösterisinde bulunsun. Yukarıda gösterilen örneklerde ABD ve İsrail bağımsız devletlerin (Irak, Afganistan, Lübnan, Suriye) toprak bütünlüğüne karşı yaptıkları saldırıları terör karşıtı bir savaş olarak nitelemektedirler.

Bu ülkelerin gerçekleştirdikleri terör operasyonları uluslararası ilişkilerde yeni bir olgu oluşturmaktadır. Örneğin, 11 Eylül olaylarından sonra Rusya Gürcistan`ın hava sahasını sık sık ihlal etmeye ve bunun nedenini Pankisi deresinde çeçen silahlılarının bulunması, onların bu dereden Rusya topraklarına terör saldırıları düzenlemesi, Gürcistan’ın sa bu dereyi kontrol edememesiyle ilişkilendiriyordu. Hatta Rusya devlet başkanı V.Putin kendi “önleyici savaş” doktrininde Rusya`ya karşı yönelmesi olası bir tehlikeye karşı ülkesinin önleyici adımlar atmak zorunda olduğunu belirtmişti. Türkiye Büyük Millet Meclisinin orduya ülke sınırlarının dışında askeri operasyonlar düzenleme yetkisi vermekle alakalı kararı bu devletin Irak ve Suriye topraklarında PKK`ya karşı komple operasyonlar yürütmesi yasal bir takım koşullar oluşturmuştur. Yukarıda da verdiğimiz örneklerde de belirttiğimiz üzere çeşitli devletler bu haklarından yararlanmışlardır. Peki, öyleyse, Türkiye’nin kendi güvenliğine karşı tehdit saydığı terör örgütlerine karşı operasyonlar düzenlemesi neden yasa dışı sayılmalıdır? Suriye eğer şuan kendi toprakları içinde terör tehlikesinin karşısını alamıyorsa, Türkiye kendi tehlikesizliği adına bunu yapmak hakkına sahiptir ve bu adımı atmak zorundadır.

YENİ HABERLER

YORUMLAR

Henüz hiç yorum yapılmamış.

YENİ HABERLER

Copyright © 2024. Rusen.Org | Ankara Türkiye