Konargöçer Türkler kim?

12 Aralık 2017, 21:48

KONAR-GÖÇER TÜRKLER

Göksu GÖNER*

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Tarih Bölümü.

Özet

 Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarında at koşturan Eski Türkler, bulundukları coğrafyanın etkisi ile konar-göçer yaşam biçimini tercih etmişlerdir. Çöl, vaha, tayga, bozkır, tundra gibi pek çok iklimi bünyesinde bulunduran Orta Asya coğrafyası, bölge insanının gündelik yaşantısında yer alan barınma, giyinme, yeme-içme gibi alışkanlıklarını, mevsimlerin durumuna bağlı olarak değiştirmiştir. Türklerin benimsemiş olduğu konar-göçer hayat, Türk bozkır kültürünün oluşmasında etkili olmuştur. Türk ulusu üzerinde bu derece etkili olan konar-göçer hayat tarzı, Türklerin ekonomi, hukuk, eğitim, spor, mimari, sanat, giyim-kuşam gibi pek çok alanda kendi üsluplarını oluşturmasına yardımcı olmuştur. Bu alanlarda yapılan faaliyetler, coğrafyanın onlara sunduğu imkânlar ile kısıtlı kalmamış, komşu devletler ile girdikleri gerek iyi gerek kötü ilişkilerin sonucunda kültürler arası etkileşim başlamıştır. Bu etkileşim neticesinde Türk bozkır kültürü, yabancı kültürlere oldukça fazla değer kattığı gibi yabancı kültürlere ait bazı özellikleri de kendi kültürüne kazandırmıştır. Coğrafyanın etkilemiş olduğu yaşam tarzı, konar-göçer yaşam tarzını hâkim kılmış, konar-göçer hayat biçimi ise Türk bozkır kültürünün oluşmasında öncülük etmiştir.

Anahtar Kelimeler: Orta Asya, Coğrafya, Konar-Göçerlik, Ekonomi, Kültür, Eğitim.

Giriş

İnsanoğlunun tarih boyunca yapmış olduğu eylemler, muhakkak bir coğrafya üzerinde şekillenmiştir. İlkçağlardan bu yana insanlar, gerek vahşi hayvanlardan, gerek olumsuz hava ve iklim koşullarından korunmak için başlarını sokabilecekleri bir barınak bulma ihtiyacı hissetmişlerdir. Başlangıçta bu ihtiyacı, tabiatın onlara sunmuş olduğu doğal unsurlardan faydalanarak karşılamışlardır. Zamanla insanlar ilerleyip bir şeyler icat etmeye başlamış, bir arada yaşamayı öğrenerek toplumu oluşturmuşlardır.

İnsanlık tarihi boyunca, farklı coğrafik özellikler, farklı medeniyetlerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.[1] Bu medeniyetleri oluşturan toplumların her biri, bulundukları coğrafyanın da etkisiyle farklı yaşam biçimlerine yönelmişlerdir. Uygulanan bu yaşam biçimleri milletlerin kültürlerini oluşturmasında etkili olmuştur. Mesela Mezopotamya coğrafyasında yaşayan milletler, bulunduğu coğrafyanın özelliklerinden dolayı köylü kültürü[2] olarak da adlandırılan tarım kültürünü, yani yerleşik yaşamı benimserken, Orta Asya’nın engin bozkırlarında yaşayan Eski Türkler, hayvancılığın ön planda olduğu Bozkır Kültürünü, yani konar-göçer yaşamı benimsemişlerdir. Biz, bu makalemizde Türklerin benimsemiş olduğu konar-göçer yaşam tarzının, Türk ulusu üzerindeki; ekonomi, mimari, sanat, giyim-kuşam, eğitim, spor, ve hukuk alanlarındaki etkilerine ve konar-göçerliğin Türk kültürüne yapmış olduğu katkılara değineceğiz.

A – Orta Asya Coğrafyası

Eski Türklerde konar-göçerlik meselesine girmeden önce, onların bu yaşam biçimini tercih etmelerinde etkili olan coğrafyanın özelliklerinden bahsetmek yerinde olacaktır. Bilindiği üzere konar-göçer Türklerin yaşamış olduğu coğrafya, pek çok iklim tipine sahiptir. Orta Asya olarak adlandırabileceğimiz bu coğrafya, geniş bir alanı bünyesinde bulundurmaktadır. Bu geniş alanda tundra, tayga, bozkır, çöl ve vaha alanları mevcuttur.[3] Taklamakan ve Gobi çöllerine ev sahipliği yapan Orta Asya’da, Altay ve Tanrı dağları gibi dağ silsileleri de bulunmaktadır. Tanrı dağlarından akmakta olan ırmaklar neticesinde, Tanrı dağlarının eteklerinde yeşil vahalar oluşmuştur. Kuzeyde bulunan tayga ormanları, bölgenin odun ihtiyacını karşılamaktadır. Ayrıca avcılık için de oldukça elverişli bir bölgedir. Diğer alanlara nazaran insanların yoğun bir şekilde yaşadığı bölge ise bozkır bölgesidir.

Kamus-ı Türki’ye göre “boz” (بوز) kelimesi, “toprak” anlamına geldiği gibi “deve tüyü rengi” manasına da gelmektedir.[4] “Kır” (قير) sözcüğü ise “gayrimeskûn yer” olarak geçmektedir.[5] Türk Dil Kurumuna göre “bozkır” sözcüğünün güncel anlamı, “Kurakçıl otsu bitkilerden oluşan, sıcak ve ılıman iklimlerdeki ağaçsız doğal alan, step” şeklinde geçmektedir.[6] Türk Dil Kurumu Yayınlarının hazırlamış olduğu başka bir sözlükte ise “bozkır” kelimesi “Ağaçsız ve susuz ova” şeklinde geçmektedir.[7] Bu son tanıma rağmen belirtmek gerekir ki, bozkırlar çöl değildir. Yılda almış olduğu yağış miktarı ortalama 550 milimetrenin altına düşmeyen ve 500 metreden yüksek rakımlı olan yaylalardır.[8]

Orta Asya, insanların yaşamlarını sürdürebilmesi için zor bir coğrafyadır. Coğrafyanın bu zorluğu, bölge insanlarının mücadeleci bir yapı kazanmasında etkili olmuştur. Sert bir kara iklimine sahip olan Orta Asya, yıl içerisinde yüksek sıcaklık farklılıklarına ev sahipliği yapmaktadır. Yazlar çok sıcak, kışlar ise çok soğuktur. Bu durum konar-göçer Türklerin yazın yaylaklara, kışın ise kışlaklara göç etmesinde etkili olmaktadır. Orta Asya’nın dağlarla çevrili olması ve okyanuslardan bil hayli uzak olması neticesinde, okyanuslardan gelen sıcak ve yağışlı hava, bölgeye ulaşamamaktadır.[9]

B – Türklerde Konar-Göçerlik

Yerleşik yaşam biçimini tercih etmemiş olan Türklerin hayat tarzlarını tanımlarken pek çok farklı görüş ortaya atılmıştır. Bunlardan en fazla öne çıkanı Eski Türklerin göçebe mi yoksa konar-göçer mi olduğu konusundadır. Eski Türklerin yaşam tarzını nasıl tanımlamamız gerektiği konusuna değinmeden önce göç, göçebe, konar-göçer gibi kelimelere göz atmamız yerinde olacaktır. İlk olarak en temelden başlayalım ve “göç nedir?” sorusunun cevabını arayalım. Kamus-ı Türki’ye göre “göç” (کوچ)  kelimesi, “rahlet, intikal, hicret” anlamlarına gelmektedir.[10] Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde ise “göç” kavramı “Ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi, taşınma, hicret, muhaceret” şeklinde tanımlanmaktadır.[11]

Anıl Yılmaz’ın tespitine göre, son yıllarda arkeoloji, sanat tarihi, coğrafya ve tarih alanında ortaya konulan çalışmaların önemli bir kısmında Türk hayatı göçebe kavramı ile vasıflandırılmaya çalışılmaktadır.[12] Peki, Eski Türklerin yaşayış biçimi olarak göçebe kavramını kullanmak ne kadar doğru olur? Bu sorunun cevabını verebilmek için ilk olarak göçebe kelimesinin anlamını bilmemiz gerekmektedir. Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne bakacak olursak “göçebe” sözcüğü “Değişik şartlara bağlı olarak belli bir yöre içinde çadır, hayvan ve öteki araçlarla yer değiştiren, yerleşik olmayan (kimse veya topluluk), göçer, göçkün” şeklinde açıklanmıştır.[13] Kamus-ı Türki’ye göre “göçebe” (کوچبه)  kavramının manası “Bir yerde sakin olmayıp, çadırla konar-göçer olan kavim ve adam, bedevi.” şeklindedir.[14] Kamus-ı Türki’de bulunan tanımı göz önüne alırsak, “çadırla konar-göçer olan kavim” ifadesi dikkat çekmektedir. Bu ibare bize kavmin konar-göçer olduğunu, yani konar-göçer hayatı benimsemiş olduğunu ispatlar niteliktedir.

Konar-göçerlik, beslenme ihtiyacını karşılamak amacıyla büyük hayvan sürülerini takip eden göçebelerden (avcılar) farklı olarak, belli bir bölgede yerleşik hayatın bütünleyicisi durumunda hayvancılık yapan ve ürünlerini daha çok yerleşik toplumlara pazarlayan iktisadi faaliyet biçimi ve hayat tarzıdır.[15] Bu tanımdan da anlaşıldığı gibi göçebelik daha çok toplayıcı ve avcı toplumlara ithafen kullanılmaktadır. Eski Türkler de avcılık yapmaktadır, ancak avlanma etkinliğini, iktisadi amaçlardan ziyade eğlence, savaş talimi ve spor amaçlı yaptıkları şeklinde düşünmek daha doğru olacaktır. Zira Eski Türklerin gözünde savaş ile av hemen hemen eş anlamlıdır.[16] Aynı zamanda Eski Türkler, koyun ve at sürüleri de beslemektedirler. Bu durum onları toplayıcı-avcı topluluklardan ayırmaktadır.

  1. yüzyılda dönemin Abbasi Halifesi Muktedir tarafından, İtil Bulgarlarına gönderilmiş bir elçilik heyetinde bulunan İbn Fadlan, yolculuk sırasında yaşadığı hatıralarını Seyahatnamesi’nde anlatmaktadır. İbn Fadlan, bu Seyahatnamesi’nde Oğuz kabilesinden bahsederken, “Kıl çadırlarda konup göçüyorlardı. Göçebelerde olduğu gibi yer yer grup halinde çadırları vardı.”[17] şeklinde söz etmektedir. Buradaki konup göçüyorlardı ifadesi, Oğuz Türklerinin konar-göçer bir topluluk olduğunun kanıtıdır. “Göçebelerde olduğu gibi” sözü ise Oğuz Türklerini göçebelerden farklı bir kategoriye koyduğu anlamını taşımaktadır.

Bütün bu durumlar göz önüne alındığında Eski Türklerin göçebe değil, konar-göçer bir topluluk olduğunu kesin olarak söyleyebiliriz.

1 – Konar-Göçer Türklerde Ekonomi

Yeryüzünde insanlar, yaşadıkları coğrafi çevrenin onlara sunmuş olduğu başlıca dört tabii kaynak olan orman, hayvan, toprak ve su imkânlarını değerlendirerek hayatlarını sürdürebilmişlerdir. Ormanlık alanlar sayesinde toplayıcılık, avcılık ve tahta işçiliği yapabilirken, bazı hayvanları evcilleştirip onlar sayesinde de geçimlerini sağlayabilmişlerdir. Tarım aletlerini keşfederek, sulak alanların dağılımına ve toprağın verimine göre tarım yapmaya başlamışlardır. Liderlerin önderliğinde oluşan toplumlar, kendi medeniyetlerini geliştirmek için komşu medeniyetlerle bazen iyi, bazen de kötü ilişkiler kurmuşlardır. Kurulan ilişkiler iyiyse, bu durumu ticaret anlaşmaları ile taçlandırmışlar ve ekonomilerine katkıda bulunmuşlardır. İlişkiler kötü ise, medeniyetler arasında savaşlar başlamış ve galip gelen taraf elde ettiği ganimetler ile hazinesini zenginleştirmiştir. Bütün bu durumlara baktığımızda, coğrafi farklılıklardan kaynaklı olarak her medeniyetin kendine özgü bir ekonomik yöntem geliştirdiğini söyleyebiliriz.

Konar-göçer Türklerde ekonomi denilince akla ilk olarak hayvancılık gelmektedir. Orta Asya’nın bünyesinde bulundurduğu bozkır iklimi konar-göçer Türklerin hayvancılığa yönelmesinde etkili olmuştur. Geniş yaylalara ve ovalara sahip olan bozkır kültürünün oluştuğu bölge, yani Sayan ve Altay dağlarının güneybatı düzlüklerinde mevcut olan Andronovo kültür sahası, bol otlaklara sahiptir ve besiciliğe elverişlidir.[18] Andronovo kültür sahasında olduğu gibi, bugünkü Moğolistan toprakları da hayvan yetiştirmek için uygundur.[19] Bozkır Türk ekonomisinin esasını, Orta Asya coğrafyasının iklim şartlarından dolayı çobanlık ve hayvan besiciliği teşkil etmektedir.[20]

Hayvanın çok önemli bir yer tuttuğu konar-göçer toplumlarda, hayatın devamı ve ekonominin sürekliliği adeta hayvancılığa bağlıdır. Yetiştirilen hayvanlar arasında at, koyun, deve ve sığırın mevcut olduğu bilinmektedir.[21] Ancak büyükbaş hayvanlar bozkır hayvanı değildir. Sulak, verimli, çiftçilik yapmaya elverişli alanlarda oturanlar için önemli hayvanlardır, lakin Bozkırda yaşayan insanların işine pek yaramamaktadır.[22] Dolayısıyla büyükbaş hayvan yetiştiriciliği yok denecek kadar azdır. Domuz yetiştiriciliği ise konar-göçer Türklerin tarihi boyunca yapmadıkları bir iştir. Her ne kadar bazı tarihçiler tarafından İskitler (Sakalar) Türk olarak kabul edilmese de (ki bence Türktür), konar-göçer yaşam sürdürdükleri göz önüne alındığında, Avrasya bozkırlarında at koşturan İskitlerin, kesinlikle domuz yetiştirmedikleri ve asla tanrıya domuz kurban etmedikleri ünlü tarihçi Heredot’un kayıtlarından bilinmektedir.[23]

Konar-göçer Türklerde koyun ve at yetiştiriciliği diğer hayvanlara göre daha çok ön plana çıkmaktadır. Nitekim at, bozkır hayatının temel unsurlarından biridir. Orta Asya’da yetişen bozkır atları dayanıklıdır ve soğuktan etkilenmeyen bir yapıya sahiptir. Ayrıca kışın karların altında kalan yiyeceklerini kazıp çıkarabilmektedirler.[24] At, sağladığı fayda bakımından çok yönlü bir hayvandır. Etinden faydalanıldığı gibi kısrakların sütünden kımız yapılıp içilmektedir. Yalnızca besin kaynağı olarak değil binek olarak da faydalanılmaktadır. Aynı zamanda atın savaşlarda önemli bir yeri vardır. Savaşa giden her askerin yanında en az iki-üç atının olduğu bilinmektedir.[25] Bu durum onlara her zaman, yorgun olmayan bineklerle cenk etme olanağı sağlamaktadır.

Bozkır hayvancılığının vazgeçilmezlerinden biri olan koyunların ise etinden ve sütünden faydalanıldığı gibi yününden de faydalanılmaktadır. Koyunlardan kırpılan yünler sayesinde Eski Türkler hem kalın, yünlü giyecekler yapıp soğuktan korunurken hem de yünler sayesinde dokumacılık yapıp, dokunan halıları satarak ekonomilerine katkıda bulunabilmektedirler. Eski Türklerde dokumacılık sanatının olduğuna dair en önemli kanıt, Rusya’da St.Petersburg Arkeoloji ve Hermitage Müzesinde sergilenen Pazırık halısıdır. Bu halı 1949 yılında Sergei I. Rudenko’nun öncülük ettiği bir grup arkeolog tarafından, Altay dağları tepelerinde bir buz mezardan çıkarılmıştır. Pazırık halısının M.Ö. 383-200 yılları arasına ait olduğu düşünülmektedir.[26]

Konar-göçer Türklerin ekonomisine katkı sağlayan bir başka unsur ise demirciliktir. Demircilikten önce bakırcılık ile uğraşan Eski Türkler, demirin kullanımının yaygınlaşması ile demircilik mesleğine geçiş yapmış olsalar bile bakır işçiliğinden el çekmemişlerdir. Eski Türklerde bakırcılık mesleğinin başlangıcını M.Ö. 16.-14. yüzyıllara dayandırmak sanırım yanlış olmayacaktır. Nitekim 1978 yılında Çin’in Shan-hsi eyaletindeki bir kazıda bulunan ve M.Ö. 16.-14. yüzyıla ait olduğu düşünülen bakır kılıç, Çin’in kuzey ve kuzeybatısında yaşamış olan ve Eski Türklerden sayılan Jung ve Ti’lere ait bir karakter taşımaktadır.[27] Demircilik alanındaki ilk adımın Hunlar döneminde atıldığı bilinmektedir. M.Ö. 104-96 senelerinde yazılmış olan Shih-chi (Tarih Hatırası) adlı eserde, Hunlar Tezkeresi’nde geçen “Hunlar, savaşta uzak mesafe için ok-yay kullanıyorlar. Yakın mesafe için demirli kılıç ve mızrak kullanıyorlar.”[28] ifadesi Hunların demir madenini kullandığını kanıtlar niteliktedir.

Göktürkler, bağımsızlığını kazanmadan önce Juan-Juanlara bağlı bir şekilde Altay Dağlarının güney eteklerinde yaşamaktaydı. Göktürklerin bu dönemde, Juan-Juanlar için demir çıkarıp işlediği bilinmektedir.[29] Göktürklerin demircilik alanındaki ustalıkları bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da devam etmiştir. Göktürklerin usta demirciler olduğunu gerek destanlarda gerek tarihi metinlerde sık sık görmekteyiz. Örneğin, Ergenekon Destanı’nda Türklerin Ergenekon’dan çıkışları işlenirken Türk ulusunun demircilik yönüne vurgu yapılmıştır. Destana göre Göktürkler, toplanan kurultayda mahir bir demircinin önerisi ile koskoca demir dağı eritip yol açma kararı almışlardır ve bu kararı uygulayıp dağı eriterek yol açmışlardır. Günümüzde de baharın başlangıcı olan 21 Mart tarihinde (Ergenekon’dan çıkış gününde) yapılan kutlamalarda, bir örsün üzerinde demir dövülerek Ergenekon’dan çıkış günü kutlanmaktadır. Geçmişten günümüze kadar gelen bu gelenek, Türklerde demirciliğin önemli bir meslek olduğunun mühim bir kanıtıdır.

Zor bir coğrafyada yaşayan Eski Türkler, bir yandan tabiat şartları ile mücadele ederken bir yandan da hasımlarına karşı mücadele etmekteydi. Bu durum Eski Türklerin savaş ekipmanlarını sürekli yenilemesi zorunluluğunu getiriyordu. Dolayısıyla, hasımlarına karşı bir adım önde olmak için Eski Türkler, dönemin harp sanayisi olan demircilik mesleğinde gelişme göstermişlerdir. Bu alanda ustalaşan Türkler, ürettikleri bazı ürünleri, komşu ülkelere de satmışlardır. Bu durum konar-göçer Türk ekonomisine katkı sağlamıştır.

Eski Türkler, ihtiyaçlarından fazla ürettiği malları başka milletlere satmak ve kendilerinin ihtiyaç duyduğu farklı ürünleri de başka milletlerden almak için ticaret yapmışlardır. Konar-göçer Türklerin at yetiştirme konusunda bölgenin en iyisi oldukları göz önüne alındığında diğer devletlerin Türklerden at satın aldıkları aşikârdır. Hayvancılık mesleği yaygın olan konar-göçer Türklerde, hiç şüphesiz hayvansal ürünler de satılmaktadır. Satılan hayvansal ürünler arasında konserve etler, hayvan derileri ve kürklerin olduğu bilinmektedir.[30] Demircilik mesleğinin getirisi olarak üretilen eşya ve malzemeler de yine satılan ürünler arasındadır. Ticari açıdan bakıldığında bu satılan ürünlerin karşılığında Çin’den pirinç, ipek, ipekli kumaş, hububat; Batı ve Doğu Roma’dan ise diğer ihtiyaç maddeleri temin edilmektedir.[31] Bütün bu ticari faaliyetler, Çin’den başlayıp Akdeniz kıyılarında nihayete eren meşhur İpek Yolu kervancılığı sayesinde gerçekleşmektedir.[32] Ayrıca Karadeniz’in kuzeyinden başlayıp İpek Yoluna paralel bir şekilde Altay ve Sayan Dağları’nın üzerinden uzanan Kürk Yolu da ticaret açısından önemli bir kervan güzergâhıdır. Bu ticaret yolları dışında, Çin sınır kasabalarında kurulan sınır pazarları da ticaretin işlenebilmesi için önemlidir.

Orhun kitabelerinde yer alan bazı metinler ticaretin Türk ulusu için önemli olduğunu kanıtlar niteliktedir. Kül Tigin yazıtının güney cephesinde yer alan “Ötüken yerinde oturup kervan, kafile gönderirsen hiçbir sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın.”[33] ifadesi Eski Türklerin ticaret yapmalarının gerekliliğini göstermektedir. Bilge Kağan yazıtının doğu cephesinde yer alan “Yirmi yaşımda, Basmıl Iduk Kut soyumdan olan kavim idi, kervan göndermiyor diye ordu sevk ettim.”[34] ifadesi de ticaret için savaşın göze alınabileceğini göstermektedir.

Doğu Roma tarafından, 434 senesinde barış için Avrupa Hun Devleti hükümdarı Attila’ya gönderilen elçilik heyeti ile Attila arasında yapılan ve maddelerini bizzat Attila’nın belirlediği Margos anlaşmasında yer alan “Ticari münasebetler yine belirli sınır kasabalarında devam edecek”[35] maddesi konar-göçer Türklerin ticarete önem vermiş olduğunun başka bir kanıtıdır. Yine iki taraf arasında yapılan Anatolios Barışı’nda da “Buradaki pazarlar yerine artık bir Hun sınır şehri haline gelen Niş’te pazar kurulacak”[36] hükmü, Hunların ticarete verdikleri önemi gösterir niteliktedir.

Tarım konusuna gelecek olursak. “Konar-göçer Türklerde tarım var mıdır?” sorusunun cevabını Çin kaynaklarından öğrenmekteyiz. Çin kaynaklarında Hun buğday cinsi ve Hun fasulyesinden bahsedilmektedir.[37] Metinlerde geçen bu ziraat ürünlerinin isminin başında Hun ibaresinin bulunması o ürünlerin Hunlar tarafından üretildiğini ispatlar niteliktedir. Bu durum, konar-göçer Türklerin tarıma yabancı olmadıklarının kanıtıdır. Yine bir başka kaynakta, Göktürk kağanı Kapgan’ın Çin ile yaptığı anlaşmada, Çin’in Göktürk devletine 3000 ziraat aleti ve 1250 ton tohumluk darı teslim etmesi hükmünün bulunması[38], Göktürklerin tarım ile uğraştığının bir kanıtıdır. Ayrıca Altay Dağları’nda Hunlar zamanında açılmış sulama kanallarına rastlanmıştır. Tötü Irmağı’ndan açılan kanal[39] eski Türklerin tarım ile uğraştıklarının başka bir kanıtıdır. Selenga-Baykal gölü arasındaki, İvolgi ve İlmova adlı yerlerde Çin’den ithal edilmiş çeşitli saban demirleri, oraklar, değirmen taşları bulunmuştur.[40] Bulunan bu malzemeler bize konar-göçer Türklerin ziraat ile uğraştığını göstermektedir.

Tarım meselesini göz önüne aldığımızda, Göktürk abecesinde “ek” ( ) damgası dikkat çekmektedir. Şayet abece oluşturulurken, eylemlerin betimlenmeye başladığı dönemde “ek”   ( ) damgasının ortaya çıktığı düşünülürse, buğday başağından yola çıkarak “ek” damgasının türetildiğini ve bu son halini aldığını düşünebiliriz. Şayet bu düşünce doğru ise konar-göçer Türklerde tarım yapıldığını farklı bir açıdan daha kanıtlamış olabiliriz.

Savaşlarda kazanılan ganimetler ve toplanan vergiler konar-göçer Türk ekonomisinin dayanakları arasındadır. Nitekim savaşlardan sonra galip taraf, mağlup olan tarafı yağmalama hakkına sahiptir. Ayrıca yapılan anlaşmalar ile mağlup tarafın düzenli olarak, galip tarafa vergi vermesi de sağlanabilir. Mağlup ve bağlı devletlerden alınan vergiler haricinde halktan tahsil edilen vergiler de vardır.[41] Konar-göçer Türklerde vergi toplayan memurların varlığı bilinmektedir.[42]

Bütün bu bilgiler göz önüne alındığında konar-göçer Türklerin ekonomisini oluşturan faaliyetler arasında; hayvancılık, dokumacılık, demircilik (kuyumculuk, silah yapımı vb.), tahta oymacılığı, av faaliyetleri, vergiler, düşman devletlere yapılan yağmalar, tarım ve ticaret gösterilebilir.

2 – Konar-Göçer Türklerde Mimari ve Sanat

Konar-göçer Türklerde her alanda olduğu gibi mimari alanında da gelişme göstermişlerdir. Konar-göçer Türklerde mimari denilince akla ilk olarak çadırlar ve kurganlar gelmektedir.[43]

Konar-göçer Türk mimarisini incelemeye, Türk bozkır hayatının vazgeçilmezlerinden biri olan çadır ile başlayalım. Çadır kelimesinin kökeni tam olarak bilinmemekle beraber bu konu hakkında iki tez öne sürülmüştür. Öne sürülen iki tezden birine göre çadır kelimesi, Türkçeye “örtü” manasında olan Farsça “çatur” kelimesinden geldiği ve bu kelimenin de Eski Türkçe “birleştirmek, birbirine tutturmak“ anlamına gelen “çat-“ fiil kökünden türediği yönündedir. Diğer görüş ise “şemsiye, gölgelik” manasına gelen ve Farsçaya “çetr” şeklinde geçen Sanskritçe “çhattra” olduğu yönündedir.[44]

Orta Asya Türk devletlerinde en çok kullanılan çadır türü, keçeden yapılmış ve “yurt” adı verilen, tabanı yuvarlak, üstü alçak kubbe şeklindeki çadırlar olmuştur.[45] Aslı Çandarlı Şahin’in yapmış olduğu çalışmaya göre[46] “yurt” adı verilen bu çadırların kurulumu üç aşamada gerçekleşmektedir. İlk aşama yere ölçü ipi ile bir dairenin çizilmesiyle başlar. Keregeler (kanatlar) yan yana dizilip keçi derisinden sırımlarla birbirine bağlanır ve böylece yurdun etraf çatkısı oluşturulur. Silindir biçimindeki gövde, çadırın boyutuna göre beş ya da sekiz keregeden meydana gelir. Genişlik ve yüksekliği kerege sayısına göre belirlenen ideal büyüklükte bir yurdun çapı beş veya yedi metre, yüksekliği ise iki buçuk veya dört metre arasındadır. İkinci aşamada, “uk” olarak adlandırılan eğik değneklerin keregelere bağlanması ile çatı oluşturulur. Ukların ucu tepede “tüynük” adı verilen ahşap çemberde son bulur. Üçüncü aşamada kanatlar, çeşitli desenler ile süslenir ve “çiy” adı verilen bir hasır ile örtülür. Ahşap iskelet üzerindeki hasır “başkur” adı verilen enli dokuma kolanlar ile sarılır. Ardından çadırın ölçülerine göre hazırlanan birkaç keçe örtülür. Bu keçelerin rengi beyaz ya da bozdur. Keçe örtünün rüzgârdan uçmasını engellemek amacı ile nakışlı kolanlar ile sarılır. Çadır kapısı, dikdörtgen bir keçe veya kalın ve ağır bir halı ile kapatılır.[47]

Çadırın tepesinde bulunan ve tündük[48] adı verilen duman deliği, tam olarak ocağın üstünde yer almaktadır. Yanan ateşin dumanının çıkması ve çadıra temiz hava girmesi için açık bırakılmaktadır. Tündük açılıp kapanabilir özelliğe sahiptir. Yağmurlu havalarda tündük, “tünlük” (gecelik) denilen keçe ile örtülür.[49] Çadırın kapısı, doğuya açılır. Bunun sebebi, Eski Türklerin güneşin doğduğu yöne saygı göstermesinden gelmektedir.[50] Kapıdan çadıra girildiğinde çadırın tam ortasında “korluk” denilen ateş yakma yeri vardır.[51] Korluğun üstünde, üçayak üzerinde duran bir kazan mevcuttur. Bu kazan çadırın olmazsa olmazıdır.[52]  Burada yemek pişirilir ve yakılan ateş ile çadırın ısınması amaçlanmaktadır. Ateşin gün boyunca söndürülmeden yanmasına önem verilir.[53] Bir çadırın bacasından duman çıkmaması, o çadırda yaşam olmadığı anlamına gelir. Bugün de kullanılan “ocağım söndü” deyimi buradan gelmektedir. Ayrıca evin oğlu evlendiğinde babasının çadırının ocağından ateş alır ve kendi çadırının ateşini bu od ile yakar. Ocağın hemen iki yanında “sırguk” adı verilen iki direk bulunur.[54] Bu iki direk tündüğü yerinde tutar. Çadırın ayakta kalmasını sağlar. Günümüzde, evin erkeği öldüğünde kullanılan “evimin direği yıkıldı” tabiri de buradan gelmektedir. Çadırın sağ arka tarafı ailenin özel yaşam alanıdır.[55] Yataklar burada bulunur. Mahremiyetin korunması için yatağın ön tarafına bir örtü gerilmiştir.[56] Yatağın sağ tarafında elbise ve silahların asıldığı gümüş ya da demirden yapılmış bir kazık mevcuttur.[57] Yatağın sol tarafında ise “yük” adı verilen sandıklar, bohçalar, çuvallar dizilir.[58] Yurt sahibinin bütün serveti buradadır.[59] Bu kısmın bir örtü ile örtüldüğü bilinmektedir. Kapıdan girilince sağ tarafta bir paravana ile ayrılmış bölmede; kap, kacak bulunur.[60] Eve misafir geldiğinde, kadınlar bu sağ ön tarafa girerler ve orada sohbet ederler. Erkekler ise kapıdan girince sol tarafta misafir edilmektedir. Bu bölmeye bakan kapının tam karşısında “tör” adı verilen bir başköşe mevcuttur. Bu başköşeye en kıymetli (yaşlı, saygın, sözü geçen) misafir oturur. Bu kısım “koşma” adı verilen nakışlı örtüler veya “ocakçı” adı verilen özel halılar ile kaplanmıştır.[61] Çadırın hemen girişinde sol tarafta, eyerler ve koşum takımlarının asıldığı bilinmektedir.[62]

Bilge Kağan Yazıtı’nın doğu cephesinde yer alan “…üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış…”[63] ifadesinden de anlaşılacağı gibi Eski Türklerde gök kubbe ile örtülü dünya anlayışı mevcuttu. Bu anlayış hiç şüphesiz Eski Türklerin çadıra olan bakışına da yansımıştır. Gök kubbe altında devlet düzeni, çadır kubbesi altında ise aile düzeni yer almıştır.[64]

Türk bozkır mimarisinin eseri olan çadır sanatının izleri, sonraki yıllarda Manihaizm dinini benimseyip yerleşik hayata geçen Uygur Türklerinin yapmış olduğu tapınaklarda da görülmektedir. Örneğin, Hoço Beta tapınağının kubbesi, konar-göçer Türklerin çadırlarından esinlenilerek yapılmıştır. Aynı şekilde bu kubbe yapısı, İslam dinini benimseyen Karahanlılara da aktarılmıştır. Karahanlılar bu kubbe yapısını camilerinin kubbesinde uygulamıştır. Türkmenistan’ın Merv şehrinde inşa edilen Talhatan Baba Camii, bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Bu kubbe yapısı, daha sonraki yıllarda, Osmanlı İmparatorluğu’nda yine karşımıza çıkmaktadır. Bu kubbe yapısını başta Fatih Camii ve Sultan Ahmed Camii olmak üzere Osmanlı devrinde yapılan hemen hemen her caminin kubbesinde görmekteyiz. Günümüzde yapılan camilerin kubbelerinde de yine bu özelliği görmek mümkündür.

Türk çadırının günümüze bir başka yansıması ise Kırgızistan bayrağında karşımıza çıkmaktadır. Kırgızistan bayrağının ortasında bulunan yuvarlak sembol, Türk çadırının tepesinde bulunan tündük ile aynı şekildedir.

Konar-göçer Türk mimarisinin diğer bir yapısı ise kurgan adı verilen mezarlardır. Kurgan kelimesinin kökü Türkçe “korumak” fiilinden gelmektedir.[65] Ölümden sonraki yaşama inanıldığı için kurganlar genellikle bir oda şeklinde yapılmaktadır ve kurganın içine, ölünün öteki dünyada kullanabileceği eşyalar da koyulmaktadır. Kurganlar; büyük, küçük ve orta olmak üzere üç grupta toplanmaktadır. Büyük kurganın boyutu 30-46 metre, orta kurganın boyutu 20-24 metre, küçük kurganın boyutu ise 13-15 metre çaplarındadır.[66]

Sanat konusuna gelecek olursak, sanatsal çalışmalar daha çok hançer, kılıç kabzası, ok ucu, eğer, at koşum takımı, çanak, çömlek, halı, kemer tokası, süs eşyaları vb. taşınabilir eşyaların üzerinde işlenmiştir. Bu dönemde daha çok “hayvan üslubu” denilen; koyun, keçi, pars, kaplan, kurt, kartal, geyik, at vb. hayvanların birbirleri ile olan mücadelelerini konu edinen motifler işlenmiştir.[67]

3 – Konar-Göçer Türklerde Giyim-Kuşam

Konar-göçer Türkler, komşularına kıyasla zengin bir giyim kültürüne sahiptir. Bu kültür ilerleyen yıllarda diğer devletleri de etkileyecektir. Eski Türklerde giyim kültürünün oluşması muhtemelen onların yaşam tarzlarıyla bağlantılıdır. Savaşçı bir toplum olan ve zor bir coğrafyada yaşayan konar-göçer Türkler, bu unsurları göz önünde bulundurarak giyim- kuşamlarını biçimlendirmişlerdir.

Konar-göçer Türklerde giysilerin imal edilmesinde kullanılan malzemeler, coğrafyanın Eski Türklere sunmuş olduğu imkânlar doğrultusunda şekillenmiştir. Orta Asya Türklerinin hayvancılık ile uğraştığı göz önüne alındığında, koyunların yünlerini kırpıp bu yünlerden giysi yapmak amacıyla faydalandıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Ayrıca avcılık ile uğraşan konar-göçer Türkler, avladıkları hayvanların derilerinden de giysi yaptıkları aşikârdır. Eski Türklerin giysi yapımında kullandığı malzemeler arasında koyun, kuzu, sığır, tilki ve ayı derisi ile koyun, keçi ve deve yünü olduğu bilinmektedir. Bütün bu hayvansal ürünlerin dışında bitkisel bir ürün olan kendir isimli bitkiyi de yetiştirmiş ve bu bitkiyi kıyafet yapımında kullanmışlardır.[68]

İpek ve Kürk ticaret yolları vasıtasıyla Eski Türklerin, Çin’den ipek ithal ettiği, Türk ilinde üretilen kumaşların, yünlü giysilerin, keçelerin ise yine aynı yollar vasıtasıyla Çin iline ihraç edildiği düşünülebilir. Eski Türklere ait kurganlarda çıkan bazı giysiler, Türklerin giyim tarzı hakkında bize bilgiler vermektedir. Hunlara ait kurganlardan çıkan deri, kumaş, yün ve keçeden yapılmış giysiler, bu soğuk coğrafyanın ikliminden korunmak için Türklerin kalın giysiler giydiğini göstermektedir. Hun kurganından iç içe giyilen gömlekler, kaftan, keçe veya deriden yapılmış bot çizmeler, yün çoraplar ve kulakları kapatan başlıklar çıkmıştır.[69]

Günün neredeyse büyük çoğunluğunu at üstünde geçiren konar-göçer Türkler, at üzerinde daha rahat hareket edebilmek için iç çamaşırı üretip giymeye başlamışlardır. Eski Türklerin, yün kumaş ve bezden yapılmış iç çamaşırı giydikleri bilinmektedir.[70] Yine bu konuyla alakalı olarak pantolonu da ilk defa Hun Türkleri kullanmıştır. Zira atla çok haşır neşir olan Türkler, at üzerinde yaptıkları yolculuklarda sürtünmeden oluşabilecek yaralardan kaçınmak için pantolon giymeye başlamışlardır. Giyilen pantolonlar farklı koşullar göz önünde bulundurularak deriden, kumaştan ve kürkten yapılmaktadır. Mesela soğuk havalarda kürk pantolon giyilmektedir. Uzun at yolculuklarına çıkacak olan kişiler ise özellikle deri pantolon kullanmışlardır.[71] Pantolonları sıkı bir şekilde bele sabitlemek, şık bir görünüş sağlamak ve kılıç kınını, hançer kılıfını, ok sadağını takmak için kullanılan kemer önemli bir giyim eşyasıdır. Yapılan kazılarda çıkan Türklere ait pek çok kemer tokası, konar-göçer Türklerin kemer kullandığının bir kanıtıdır. At binmek ile alakalı bir başka giyim eşyası ise çizmedir. Eski Türklere ait çizmelerin genelde deriden imal edildiği düşünülmektedir. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi Hun kurganlarından çıkan keçeden yapılmış çizmeler de mevcuttur. Rusya’nın St.Petersburg şehrinde Hermitage Müzesi’nde sergilenmekte olan, bir kadına ait Türk çizmesinin tabanında kemikten yapılmış çıkıntılar mevcuttur. [72] Bu çıkıntıların buzda kaymayı önlemek amacıyla yapıldığı düşünülmektedir. Ayrıca çizmenin üstündeki süslemelere bakılacak olursa, Türklerin sanat alanındaki kabiliyetleri de görülmektedir.

Eski Türkler vücutlarının üst kısmına gömlek, ceket ve kaftan giymektedir. Yine bu giysilerin de çeşitli materyallerden yapıldığı bilinmektedir. Türk kaftanlarının boyu genellikle dize kadar uzanmaktadır. Süs olarak kaftanların kenarlarında kürk kullanılmaktadır. Eski Türkler, kafalarına börk adı verilen bir başlık giymekteydiler. Genellikle hayvan postundan yapılan bu başlık gayet şık bir görünüme sahiptir. Ayrıca soğuktan korunmak için birebirdir.

Prof. Dr. Mahmut TEZCAN’a göre Konar-göçer Türk giysilerinin belli başlı parçaları şunlardır:

  1. İçlik (Baştan geçirilen ve belden kuşak ile sarılan gömlek)
  2. Üstlük (Önü açık, kısa kollu ya da kolsuz ceket)
  3. Dizlik (Kısa ya da paça içine girecek kadar paçalı pantolon)
  4. Örme çorap, yumuşak kısa çizme, koyun postundan külah.[73]

Eski Türk erkeklerinin uzun saçlı ve bıyıklı oldukları bilinmektedir.[74] Eski Türk kadınlarının ise saçları genellikle açık ya da örgülü olmaktadır. Genel olarak eski Türklerde kadınlar; keçeden, yünden ya da kürkten yapılmış elbiseler giymektedirler. Çin ile yapılan ticaretler neticesinde özellikle Hakan’ın eşlerinin ipekten kıyafetler giydiği de düşünülebilir. Türk kadınları, ayaklarına çarık ya da çizme, başlarına ise çeşitli başlıklar takarlar.

Türk kadınlarının giyim biçimleri medeni hallerine göre farklılık gösterebilir. Mesela evli olan kadınlar renk açısından daha sade elbiseler giyerken, bekâr kızlar daha renkli kıyafetler giymektedir. Yine aynı durum başlıkta da söz konusudur. Evli kadınlar başlarını beyaz bir örtü ile örterken, bekâr kızlar başlarına börk giydikleri gibi farklı başlıklar da takabilmekteydiler.

Konar-göçer Türk kadını, her türlü malzemeyi süs olarak kullanabilmektedir. Çiçekler, düğmeler, püsküller, rengârenk iplikler, deri parçaları, çaput vb. malzemeleri kadınlar kıyafetlerine uydurabilmektedir.

Bozkır Türk giyimi, zamanla çevresindeki kültürleri de etkilemeye başlamıştır. Örneğin, Hazar prensesi Çiçek Hatun’un Bizans sarayına gelin gittiği zaman giymiş olduğu elbise Bizans sarayında moda olmuştur.[75] Hatta Bizanslı erkeklerin bile, bu Türk tipi imparatoriçelik elbisesini giydiği bilinmektedir. Başka bir örnek olarak pantolonu gösterebiliriz. Bizans, Roma ve Çinliler ata daha rahat binebilmek için entari giyerlerken, Türkler pantolon giymekteydiler. Çin’in Türk ordu sisteminden etkilenerek kurmaya başladığı atlı birlikler ile pantolon giyme kültürü Çin ülkesinde de zorunlu hale gelmeye başlamıştır.[76] Pantolon giyme kültürü daha sonradan Avrupa’ya giden Hunlar vasıtasıyla batı topraklarına taşınmıştır. Aynı şekilde ceket ve iç çamaşırı giyme kültürü de Türkler vasıtası ile Avrupa’ya yayılmıştır. Yani diyebiliriz ki günümüzde giydiğimiz modern giysilerin temelini konar-göçer Türkler atmıştır.

4 – Konar-Göçer Türklerde Eğitim

Konar-göçer Türklerde eğitimin başlangıcı hiç şüphesiz Orta Asya Türk destanlarına kadar uzanmaktadır. Sözlü tarih anlatılarından yola çıkarak, Eski Türklerde eğitimin, Türk insanının yaşam biçimine göre şekillendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim ninniler, hikâyeler, destanlar, atasözleri, deyimler Türk balasının hayatı boyunca atalarından ve nenelerinden duyduğu sözlü edebiyat ürünleridir. Bu ürünler, çocuğun zihin dünyasının gelişimine yön vermektedir.

Konar-göçer Türk devletlerinde aile ve çevreye dayalı bir eğitim anlayışı ön plana çıkmaktadır.[77] Türk Bozkır toplumunun yapısını oluşturan en küçük sosyal birim oguş olarak adlandırılan ailedir. Eski Türklerde eğitim, temel olarak ailede başlamaktadır. Aile tarafından verilen eğitim, bebek henüz beşiğinde iken başlar. Anne ve nene tarafından çocuğa söylenen ninniler, çocuğun Türkçe öğrenmeye başlamasında ilk adımdır. Türkçe öğretme amacının dışında, okunan ninniler ile çocuğa milli bir bilinç aşılamak, Türk töresini öğretmek, ahlaklı ve erdemli olmanın önemini anlatmak, cesur, bilge, cömert ve yiğit olan alp insan tipinin önemini anlatmak gibi amaçların da olduğu düşünülebilir. Nitekim bir ninnide geçen “Kargalar dolaşıyor ovada, yiğitler koşuşuyor tarlada, uyu yavrum, büyü ninni, atlı yiğit yaya gelmez ninni! Ninni desem beni yakar, beşiğinde güller kokar, kötü sözler hatır yıkar, ninni yavrucağım ninni.”[78] dizeleri, bu görüşümüzü destekler niteliktedir. Bu dizede konar-göçer Türk yaşamının en önemli değerlerinden biri olan atın öneminden bahsetmektedir. Yiğitlerin yaya olarak yola çıkmayacağı, at ile yolculuk edeceği anlamı çıkmaktadır. Ayrıca kötü söz söylemenin hatır yıkacağı cümlesinde, Türk sosyal yaşantısında kötü söz söylemenin doğru karşılanmadığı anlaşılmaktadır. Bebeklik dönemi boyunca, bütün bu ninniler ile büyüyen çocukların hatırında, elbet ninnilerde geçen bu sözler yer edecektir.

Eski Türk devletlerinde eğitim anlayışı, çocuk ve gençlerin sosyalleştirilmesini temel almaktadır. Aileler bu dönemde kendi çocuklarını, kendi yaşamlarına uyum sağlamaları için eğitmektedir. Bu eğitimin en iyi şekilde uygulandığı zaman hiç şüphesiz şölen ve törenlerin olduğu zamanlardır.[79] Çocuklar bu dönemde arkadaşlık bağları kurup, topluma uyum sağlamaya çalışmaktadır. Ayrıca büyükleri tarafından anlatılan destanlar ve hikâyeler onların cesaret, bilgelik, cömertlik, iyilik gibi vasıfları kazanmasına yardımcı olmaktadır.

Eski Türklerde “alp” insan tipine büyük değer verilmektedir.[80] Alp insan tipi cesur, güvenilir, bilge ve yiğit olmalıdır. Çocukların alp olabilmesi için iyi bir eğitimden geçmesi gerekmektedir. Bu eğitimi iyi bir şekilde tamamlayan birey alp olmaktadır. Alp olan birey, daha iyi bir eğitim almak isterse ve bu eğitimi tamamlarsa alperen olmaktadır. Türklerde mevcut olan ordu-millet anlayışının temelinde alplik yatmaktadır. Devletin devamı ve sürekliliği bu anlayışa dayanmaktadır.[81]

Türklerde silah kullanmak, at binmek ve ok atmak her erin öğrenmesi gereken kazanımlar arasındadır. Ata binmeyi, kılıç kullanmayı, ok atmayı iyi bilen bireylerin yetişmesi önemsenmiştir. Bu doğrultuda insanlar yetiştirmek için çocuklar küçük yaşta atıcılık ve binicilik eğitimine başlamaktadır. Çocuklar daha küçük yaştayken at niyetiyle koyunlara biner, kullandıkları yaylar ile kuş ve fare avlamaya çalışır, avlara götürülürlerdi.[82] Erkek çocuğun yetiştirilmesinde ve savaş sanatını öğrenmesinde babanın rolü büyüktür. “Tay büyür at dinlenir, bala büyür baba dinlenir.” atasözü bu düşünceyi destekler niteliktedir. Zira iyi eğitilen bir çocuk babasının yükünü hafifletir. Çocuk iyi yetiştirilmezse başına buyruk hareket eder.

Eski Türklerde hayat şartları gereği mesleki eğitime de önem verilmiştir.[83] Zanaat erbabı olan ustalar, yanlarına aldıkları çıraklara bütün bilgi ve birikimlerini aktarırlar. Usta-çırak ilişkisine dayanan bu eğitim şeklinde uygulama ön plandadır. Bu eğitim şeklini uygulayan meslekler arasında demircilik ve dokumacılık ilk sırada gelmektedir.

Konar-göçer Türklerin okuma yazma bilip bilmediği konusunda çeşitli görüşler mevcuttur. Göktürklerin kendilerine özgü 38 harfli bir alfabe kullanması ve bu yazı ile yazılmış eserler bırakması bu konuya cevap verecek niteliktedir. 735 tarihli Bilge Kağan, 732 tarihli Kül Tigin ve 726 tarihli Vezir Tonyukuk yazıtları bu dönemden kalma en geniş ölçülü yazıtlardır. Bu yazıtlarda bilgi almanın, bilgeliğin ve alpliğin gerekliliği yer almaktadır. Bilgiye ve bilgeliğe bu derece önem veren Eski Türklerin okuma yazma alanında söz sahibi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ayrıca bu anıtların millete hitaben yazılmış olması, Göktürklerde eğitim faaliyetlerinin varlığına işarettir.[84] Bu anıtlar dikildiğine göre Türk toplumunda anıtları okuyacak birileri vardır. Bütün bu delillerden yola çıkarak konar-göçer Türk halkının okuma yazma bildiği kanısına ulaşabiliriz.

  1. Türk Kağanlığı döneminde dikilen 581 tarihli Bugut yazıtı, Soğod alfabesi ile yazılmış olsa bile Türklerin yazıyı çok önceleri tanıdığının bir kanıtıdır. Bu yazıtın altında yer alan kaplumbağa figürü uzun yaşamı temsil etmektedir. Yazıtın üstünde ise emziren kurt figürü mevcuttur. Yazıtta bulunan bu motifler eski Türklerin sanat anlayışına da ışık tutmaktadır.

5 – Konar-Göçer Türklerde Spor

Konar-göçer Türklerde spor anlayışı, bozkır hayat şartlarının getirdiği sürekli mücadele etmenin gerekliliğine dayanmaktadır. Eski Türklerde spor faaliyetleri genelde savaş hazırlığı vasfındadır.[85] Yaptıkları spor sayesinde Türklerin bedensel güçleri gelişmiş ve spor faaliyetleri Türklerin savaştaki başarılarında rol oynamıştır.[86] Çocukluktan beri eğitimi alınan binicilik ve okçuluk başlıca spor faaliyetleri arasındadır. Cirit atmak, gülle atmak, güreşmek, silahlar ile talim yapmak, avcılık, labut atmak, gökbörü ve çevgen oynamak gibi spor faaliyetleri de mevcuttur. Savaşa hazırlık niteliğinde olan bu spor faaliyetleri dışında hobi olarak yaptıkları sporlarda vardır. Balık tutmak ve tepük bu sporlara örnek olarak verilebilir.

Labut atma oyunu, cirit oyununa benzemektedir. Ancak burada kullanılan malzeme ciritten farklı olarak daha kısa ve kalındır. Labut atma yarışında, karşılıklı iki yüksek ağacın tepesine bir urgan gerilir, labut urganın üzerinden geçirilmeye çalışılırdı.[87] Günümüzde Avrupalıların Polo olarak isimlendirdikleri oyun aslında Türklere aittir. Orta Asya’da çevgen adıyla bilinen oyun, Hunların Avrupa’ya göç etmesi ile Avrupalılarca benimsenmiş ve oynanmaya başlamıştır.[88] 

Gökbörü oyunu atlı olarak oynanmaktadır. Türk milli sporlarından birisidir. Oyundaki esas amaç at salıp koşarak oğlağı kapmak ve rakibin kalesinden geçerek sayı kazanmak üzerinedir.[89]

Tepük; tepmek, tekmelemek anlamına gelmektedir. Yalnızca ayakla oynanan bu oyun, altışar oyuncudan oluşan, karşılıklı iki takım arasında oynanırdı. Takımlarda bayan oyuncular da yer alabilmekteydi. Tepük oyununda esas amaç, topu belli kurallar çerçevesinde, karşılıklı olarak dikilen kalelerden geçirmek suretiyle sayı kazanmaktı.[90]

Eski Türklerin yaşadığı dönemde en önemli spor, bozkırda nisan ve mayıs aylarında ilk gök gürlemesi ile başlayan sazlı, türkülü eğlenceli bahar bayramlarında düzenlenen at yarışlarıdır.[91] Ayrıca yılın belli zamanlarında çıkılan sürek avlarını da önemli ve toplu şekilde yapılan spor faaliyetleri arasında sayabiliriz. Çin kaynaklarına göre M.Ö. 62 yılında Hun imparatorluğunun idaresinde düzenlenen sürek avına yüz bin süvari katılmıştı.[92] Bu kadar çok insan ile yapılan bu sürek avlarında strateji uygulamak ön plandaydı. Stratejiye göre çembere alınan hayvan sürüsünün alanını daraltarak belli bir bölgeye kadar sürmek esastı. Zamanı gelince ilk oku hükümdar atar onun ardından av çemberinde bulunan hayvanlar tek tek avlanırdı. Sürek avları tam olarak savaşa hazırlık faaliyetidir. Zaten daha önceden de belirttiğimiz gibi Türkler için av ile savaş eş anlamlıdır.

Yukarıda bahsi geçen spor faaliyetlerinin bazıları (tepük, çevgen vb.) ufak değişiklikler geçirmiş olsa bile büyük çoğunluğu hala günümüzde de devam etmektedir.

6 – Konar-Göçer Türklerde Hukuk

Konar-göçer Türklerin yaşam şekilleri, hukuk sistemini de etkilemiştir. Hukuk, konar-göçer Türk toplumunda, buduna tabi olan her bireyin barış ve güven içerisinde yaşaması için oluşturulan kuralların tamamıdır. Oluşturulan bu hukuk sistemi günümüzde olduğu gibi kanunlar halinde tespit edilmemiştir. Çünkü bu dönemde, yazılı hukuku bulunan devletler çok nadirdir. [93] Eski Türklerin hukuk sistemi Türk töresine dayanmaktadır. Töre kelimesi “Bir toplumdaki ahlaki davranış biçimleri, adap” şeklinde tanımlanmıştır.[94]

Töre üç kaynaktan oluşmaktadır. Bunlar halk, kurultay ve hükümdardır. Bir kısım töre halk içinde zuhur eder. Bunlar nesilden nesile intikal eder. İkincisi beylerin kurultayda aldıkları kararlardır. Üçüncüsü ise hakanın teşebbüsleri ile gelişir.[95] Bölgede gelişen olaylara göre ve hükümdar değişikliklerinden sonra töre yeniden gözden geçirilmektedir. Eğer değişen durumlardan dolayı sosyal yaşamın düzgün bir şekilde devam edebilmesi için eklenmesi gereken yeni bir yasa varsa, bu durum kurultayda görüşüldükten sonra kurultay kararı onaylarsa töre üzerinde değişiklik yapılabilmektedir.[96]

Bütün Türk toplumlarında köklü bir töre anlayışı vardır. Eski Türk inancına göre, Kağanın egemenliği ona Gök Tanrı tarafından verilmiştir. Kağan, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak halkı adaletli bir şekilde yönetmek durumundadır. Adaleti ve toplumdaki düzeni ise bizzat töre hukuku sağlamaktadır. Başta Türk hükümdarı olmak üzere töreye uymak budundaki her birey için geçerlidir. Töreye uygun davranmayan cezalandırılır.

Eski Türklerde, konar-göçerlikten dolayı hapis cezası pek görülmemektedir. Hapis cezasına çarptırılan bir kişi en fazla on gün kafesli bir çadırda tutulur. Çin kaynaklarında geçen “mahkûmların sayısı ancak birkaç kişidir” ifadesi bu durumu destekler niteliktedir.[97] Ayrıca Çin kaynaklarından elde edilen bilgilere göre Hun Türklerinde kan gütme âdeti yoktur. Herhangi birisini öldüren bir kimse idam edilir. Küçük suçlar araba tekerleği altında ezilmekle, büyük suçlar ölümle cezalandırılır.[98] Ordu-millet yapısına göre her Türk eri askerdir. Dolayısıyla savaştan kaçan bir asker ölümle cezalandırılır.

Türklerin özel hukuk alanında aile yapısını korumak için uyguladıkları en önemli töre Levirat kaidesidir.[99] Levirat kaidesine göre büyük kardeş ölünce, küçük kardeş ağabeyinin dul kalan yengesi ile evlenmekteydi. Bu uygulama ile aile yapısının parçalanmaması ve dul kalan kadın ile yetim kalan çocukların zor duruma düşmemesi amaçlanmıştır.

Türk devlet yapısını korumak için kimlerin hükümdar olabileceğine dair bir töre de mevcuttur. Türk hükümdarları, komşu devletler ile kurduğu siyasi ilişkiler neticesinde, onlar üzerinde denetim sağlamak için komşu devletlerin prensesleri ile evlenmiştir. Bu durumda yabancı bir devletten Türk iline gelin gelen prensesten doğan çocuk, hükümdar öldükten sonra devletin başına geçemezdi. Çünkü hakan öldüğü zaman, bu prenseslerden birinin oğlu başa geçerse, annesinin etkisi ile yanlış kararlar alabilirdi. Böyle bir durumun yaşanmaması için bu töre maddesinin oluşturulduğu düşünülebilir.

Göktürk devletinde ceza hukuku özel intikam alanından uzaklaştırılmış, cezalar devlet adına ve kamu hukukuna dayanarak verilmiştir. Çin kaynaklarına göre Göktürklerde devlete isyan etmek, adam öldürmek, bir kadına tecavüz etmek, bağlı atı çalmak, ikinci defa hırsızlık yapmak büyük suçlardan sayılmaktadır.[100] Burada “ikinci defa hırsızlık yapmak” sözü dikkat çekmektedir. Buradan çıkarabileceğimiz yoruma göre yapılan ilk hırsızlık suçunda muhtemelen suçluya hafif bir ceza verilmektedir. Göktürklerdeki hafif cezalar genellikle mali tazminat şeklindedir. Çin kaynaklarından, hırsızlık yapan kişinin çaldığı eşyanın sayı ve değerde on katını ödemekle yükümlü olduğu anlaşılmaktadır.[101]

Göktürklerde cezalar bazen suçluya değil, suçlunun yakınlarına verilmiştir.[102] Bu konu hakkında pek fazla kaynağa ulaşamadım ancak cezanın aile bireylerinden birine verilmesi olayını evlat yetiştirme ile alakalı görebiliriz. Zira bir erkek çocuğun yetiştirilmesinden baba, kız çocuğun yetiştirilmesinden ise anne sorumludur. Şayet bu çocuklar yetişkin birer birey olduklarında suç işlerlerse, ailelerinin onları iyi yetiştirmediği düşünülebilir. Bu yüzden de aile fertleri cezaya çarptırılmış olabilir.

Cezaların ağır olması ve halkın erdemli olması neticesinde Türk toplumunda suçluların sayısının çok az bir sayıda olduğu yine Çin kaynakları tarafından bize aktarılan bilgiler arasındadır.[103] Bu durum, Türk töresinin tam anlamıyla uygulandığı sonucuna ulaşmamızı sağlamaktadır. Bilge Kağan kitabesinde de geçtiği gibi; üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, Türk milleti senin ilini ve töreni kim bozabilir!

Sonuç

Eski Türklerin yaşamış olduğu uçsuz bucaksız Orta Asya coğrafyası; çöl, tayga, tundra, bozkır gibi pek çok iklimi bünyesinde bulundurmaktadır. Orta Asya coğrafyasının zor iklim şartlarına sahip olması, insanların bu coğrafyaya uygun yaşam tarzını seçmesinde belirleyici bir rol oynamıştır. Bu coğrafyada yaşam mücadelesi veren Eski Türkler, coğrafyanın şartlarına uyum sağlamak için konar-göçer yaşam biçimini benimsemişlerdir. Yaşanılan konar-göçer hayatın etkisi ile Türkler; ekonomi, mimari, sanat, giyim-kuşam, eğitim, spor, hukuk gibi pek çok alandaki faaliyetlerini bu yaşam tarzına göre biçimlendirmek zorunda kalmışlardır. Bu durum, Türk bozkır kültürünün oluşmasında etkili olmuştur. Oluşan bu kültür, komşu devletler ile kurulan siyasi, ticari, sosyal ilişkiler neticesinde bazı değişikliklere uğrasa da milli benliğini korumayı başarmıştır. Sadece kendisini korumakla kalmamış, yabancı kültürlere de pek çok katkısı olmuştur.

Aradan asırlar geçmesine rağmen ufak değişikliklere uğramış olsa bile konar-göçer Türk kültürüne ait izleri günlük yaşantımızda görmekteyiz. Hatta günümüz Avrupa’sında dahi konar-göçer Türklere ait pek çok geleneği görmek mümkündür. Bu durum karşısında, konar-göçer Türk kültürünün sağlam bir temel üzerine kurulduğunu, dışarıdan gelen yeni malzemelerin (farklı kültürlere ait bazı özelliklerin) eklenmesi ile Türk kültür yapısında önemli bir değişiklik oluşmamasına rağmen bu yapıya farklı dekoratif bir estetik kazandırdığını söylemek yanlış olmayacaktır.

KAYNAKÇA

AYHAN, Fatma, “Türk Giyim Kültüründe Pantolonun Gelişimi ve Dünya Giyim Kültürüne Etkisi”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı:37, 2013.

BOZKURT, Nebi, “Çadır”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,  Cilt:8, Ankara, 1993.

DEMİRAY, Kemal, Resimli Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1977.

EKREM, Erkin, “Eski Türklerde Demircilik ve Bakırcılık”, Bilge Yayın Tanıtım Tahlil Eleştiri, Sayı:11, Mart 1997.

ERGİN, Muharrem, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1983.

GRAKOV, B.N., İskitler, Selenge Yayınları, İstanbul, 2008.

GÜNDÜZ, Tufan, “Konar Göçer”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt:26, Ankara, 2002.

IŞIK, Hasan, “İlk Türk Devletlerinde Eğitim”, Türk Eğitim Tarihi El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara, 2016.

KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2015.

ÖGEL, Bahaeddin, Türklerde Devlet Anlayışı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982.

ROUX, Jean-Paul, Türklerin Tarihi, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2015.

SAMİ, Şemseddin, Kamus-ı Türki, Kapı Yayınevi, İstanbul, 2013.

ŞAHİN, Aslı Ç., “Türk Çadırı Üzerine”, Tarihin Peşinde Uluslar arası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı:16, Ekim 2016.

ŞEŞEN, Ramazan, İbn Fadlan Seyahatnamesi, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2015.

ŞİRİN, Mustafa Ruhi, Ninni Bebeğim Ninni – Ninni Şiirleri Antolojisi, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1990.

TATAR, Taner-Hüsniye Canbay  Tatar, “Türk Kültüründe Töre Müessesesi”, Dini Araştırmalar Dergisi, Sayı:23, Cilt:8, 2005.

TAŞAĞIL, Ahmet, Kök Tengri’nin Çocukları, Bilge Kültür Sanat, İstanbul, 2015.

TEKİNOĞLU, Hüseyin, Türkler, Kamer Yayınları, İstanbul, 2015.

TEZCAN, Mahmut, “Giyim Olgusuna Sosyo-Kültürel Bakış ve Türklerde Giyim”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, Sayı:1, Cilt:16, Ankara, 1983.

YAKUT, Esra, “Eski Türklerde Hukuk”, Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:3, Cilt:1, 2002.

YAZICIOĞLU, Önder, Türklerin Kültür Tarihi, Kalipso Yayınları, İstanbul, 2003.

YILMAZ, Anıl-Cahit Telci, “Türk Kültür Terminolojisinde Göç Kavramı Üzerine”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, Sayı:2, Cilt:7, Haziran 2010.

YILMAZ, Salih-Evgeniy Bahrevskiy, Rusya & Türkiye Avrasya Paktı Mümkün mü?, Ankara, 2017.

İNTERNET KAYNAKÇASI

  1. “Bozkır” sözcük anlamı için bakınız: http://www.tdk.gov.tr/index.php (Erişim Tarihi: 19 Ekim 2017).
  2. “Göç” sözcük anlamı için bakınız: http://www.tdk.gov.tr/index.php (Erişim Tarihi: 19 Ekim 2017).
  3. “Göçebe” sözcük anlamı için bakınız: http://www.tdk.gov.tr/index.php (Erişim Tarihi: 19 Ekim 2017).
  4. Pazırık Halısı için bakınız: http://www.klasikhali.com/pazyryk.asp (Erişim Tarihi: 21 Ekim 2017).
  5. http://ipekyoluasya.blogspot.com.tr/2015/03/eski-turk-cadirinda-neler-vardir.html (Erişim Tarihi: 28 Ekim 2017).
  6. Bilge Kağan Yazıtı Doğu Yüzü için bakınız: http://www.gokturkce.net/yazi/bilge-kagan-yaziti-cevirisi-okuma-metni/ (Erişim Tarihi: 28 Ekim 2017).
  7. http://tr.yenisehir.wikia.com/wiki/Pazırık_kurganı (Erişim Tarihi: 2 Kasım 2017).
  8. Labut Atma Oyunu için bakınız: http://www.tarihbilimi.gen.tr/makale/labut-atma-oyunu/ (Erişim Tarihi: 3 Kasım 2017).
  9. Çevgen Oyunu için bakınız: https://tarihvearkeoloji.blogspot.com.tr/2015/10/polo-ya-da-cogen-cevgen.html (Erişim Tarihi: 3 Kasım 2017).
  10. Gökbörü Sporu için bakınız: http://www.avrasyasporbirligi.com/using/extensions/components/content-component/article-category-list/84-gökbörü/76-gökbörü.html (Erişim Tarihi: 3 Kasım 2017).
  11. Tepük Sporu için bakınız: http://www.tarihbilimi.gen.tr/makale/tepuk-sporu/ (Erişim Tarihi: 3 Kasım 2017).
  12. “Töre” sözcük anlamı için bakınız: http://www.tdk.gov.tr/index.php (Erişim Tarihi: 5 Kasım 2017).

[1] Salih Yılmaz-Evgeniy Bahrevskiy, Rusya & Türkiye Avrasya Paktı Mümkün mü?, SRT Yayınları, Ankara, 2017, s. 45.

[2] İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2015, s. 17.

[3] Ahmet Taşağıl, Kök Tengri’nin Çocukları, Bilge Kültür Sanat Yayınları, İstanbul, 2015, s. 30.

[4] Şemseddin Sami, Kamus-ı Türki, Kapı Yayınları, İstanbul, 2013, s. 113.

[5] Şemseddin Sami, a.g.e., s. 1124.

[6] Sözcük anlamı “Bozkır”, http://www.tdk.gov.tr/index.php (Erişim Tarihi: 19 Ekim 2017).

[7] Kemal Demiray, Resimli Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1977, s. 91.

[8] İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 205.

[9] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 31.

[10] Şemseddin Sami, a.g.e., s. 1191.

[11] Sözcük anlamı “Göç”, http://www.tdk.gov.tr/index.php (Erişim Tarihi: 19 Ekim 2017).

[12] Anıl Yılmaz-Cahit Telci, “Türk Kültür Terminolojisinde Göç Kavramı Üzerine”, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi, c.7, Sayı:2, Haziran 2010, s. 16.

[13] Sözcük anlamı “Göçebe”, http://www.tdk.gov.tr/index.php (Erişim Tarihi: 19 Ekim 2017).

[14] Şemseddin Sami, a.g.e., s. 1191.

[15] Tufan Gündüz, “Konar Göçer”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 26, Ankara, 1996, s. 161.

[16] Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2015, s. 139.

[17] Ramazan Şeşen, İbn Fadlan Seyahatnamesi, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2015, s. 10.

[18] İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 205.

[19] Jean-Paul Roux, a.g.e., s. 121.

[20] İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 304.

[21] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 76.

[22] İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 305.

[23] B.N. Grakov, İskitler, Selenge Yayınları, İstanbul, 2008, s. 97.

[24] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 31.

[25] Jean-Paul Roux, a.g.e., s. 122.

[26] Pazırık Halısı için bkz.: http://www.klasikhali.com/pazyryk.asp (Erişim Tarihi: 21 Ekim 2017).

[27] Erkin Ekrem, “Eski Türklerde Demircilik ve Bakırcılık”, Bilge Yayın Tanıtım Tahlil Eleştiri, Sayı:11, Mart 1997, s. 6.

[28] Erkin Ekrem, a.g.m., s. 7.

[29] Hüseyin Tekinoğlu, Türkler, Kamer Yayınları, İstanbul, 2015, s. 55.

[30] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 77.

[31] İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 312.

[32] İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 312.

[33] Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1983, s. 18.

[34] Muharrem Ergin, a.g.e., s. 40.

[35] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 254.

[36] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 256.

[37] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 76.

[38] İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 314.

[39] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 76.

[40] İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 314.

[41] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 77.

[42] İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 314.

[43] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 78.

[44] Nebi Bozkurt, “Çadır”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,  c. 8, Ankara, 1993, s. 158.

[45] Önder Yazıcıoğlu, Türklerin Kültür Tarihi, Kalipso Yayınları, İstanbul, 2003, s. 65.

[46] Aslı Ç. Şahin, “Türk Çadırı Üzerine”, Tarihin Peşinde Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı:16, 2016, s. 30.

[47] Aslı Ç. Şahin, a.g.m., s. 30.

[48] Tüynük

[49] Nebi Bozkurt, a.g.m., s. 160.

[50] Jean-Paul Roux, a.g.e., s. 20.

[51] Nebi Bozkurt, a.g.m., s. 160.

[52] Aslı Ç. Şahin, a.g.m., s. 31.

[53] Aslı Ç. Şahin, a.g.m., s. 31.

[54] “Eski Türk Çadırında Neler Vardır?”, http://ipekyoluasya.blogspot.com.tr/2015/03/eski-turk-cadirinda-neler-vardir.html (Erişim Tarihi: 28 Ekim 2017).

[55] Aslı Ç. Şahin, a.g.m., s. 32.

[56] Aslı Ç. Şahin, a.g.m., s. 32-33.

[57] Nebi Bozkurt, a.g.m., s. 160.

[58] Nebi Bozkurt, a.g.m., s. 160.

[59] Aslı Ç. Şahin, a.g.m., s. 33.

[60] Nebi Bozkurt, a.g.m., s. 160.

[61] Aslı Ç. Şahin, a.g.m., s. 32.

[62] Aslı Ç. Şahin, a.g.m., s. 33.

[63] Bilge Kağan Yazıtı Doğu Yüzü için bkz: http://www.gokturkce.net/yazi/bilge-kagan-yaziti-cevirisi-okuma-metni/ (Erişim Tarihi: 28 Ekim 2017).

[64] Aslı Ç. Şahin, a.g.m., s. 35.

[65] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 78.

[66] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 78.

[67] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 79.

[68] İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 306.

[69] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 80.

[70] İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 306.

[71] Fatma Ayhan, “Türk Giyim Kültüründe Pantolonun Gelişimi ve Dünya Giyim Kültürüne Etkisi”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı:37, 2013,  s. 3.

[72] “Türk Kadınına Ait Bir Çizme” http://tr.yenisehir.wikia.com/wiki/Pazırık_kurganı (Erişim Tarihi: 2 Kasım 2017).

[73] Mahmut Tezcan, “Giyim Olgusuna Sosyo-Kültürel Bakış ve Türklerde Giyim”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, Sayı:1, c. 16, Ankara, 1983, s. 7.

[74] İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 306-307.

[75] İbrahim Kafesoğlu, a.g.e., s. 306.

[76] Fatma Ayhan, a.g.m., s. 3.

[77] Hasan Işık, “İlk Türk Devletlerinde Eğitim”, Türk Eğitim Tarihi El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara, 2016, s. 15.

[78] Mustafa Ruhi Şirin, Ninni Bebeğim Ninni – Ninni Şiirleri Antolojisi, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1990,  s. 10.

[79] Hasan Işık, a.g.e., s. 15.

[80] Hasan Işık, a.g.e., s. 16.

[81] Bahaeddin Ögel, Türklerde Devlet Anlayışı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982, s. 245-246.

[82] Hasan Işık, a.g.e., s. 19.

[83] Hasan Işık, a.g.e., s. 20.

[84] Hasan Işık, a.g.e., s. 24.

[85] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 82.

[86] Önder Yazıcıoğlu, a.g.e., s. 135.

[87] Labut Atma Oyunu için bkz: http://www.tarihbilimi.gen.tr/makale/labut-atma-oyunu/ (Erişim Tarihi: 3 Kasım 2017).

[88] Çevgen Oyunu için bkz: https://tarihvearkeoloji.blogspot.com.tr/2015/10/polo-ya-da-cogen-cevgen.html (Erişim Tarihi: 3 Kasım 2017).

[89] Gökbörü Sporu için bkz: http://www.avrasyasporbirligi.com/using/extensions/components/content-component/article-category-list/84-gökbörü/76-gökbörü.html (Erişim Tarihi: 3 Kasım 2017).

[90] Tepük Sporu için bkz: http://www.tarihbilimi.gen.tr/makale/tepuk-sporu/ (Erişim Tarihi: 3 Kasım 2017).

[91] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 82.

[92] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 82.

[93] Esra Yakut, “Eski Türklerde Hukuk”, Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:3, c.1, 2002, s. 402.

[94] Sözcük anlamı “Töre”, http://www.tdk.gov.tr/index.php (Erişim Tarihi: 5 Kasım 2017).

[95] Taner Tatar-Hüsniye Canbay  Tatar, “Türk Kültüründe Töre Müessesesi”, Dini Araştırmalar Dergisi, Sayı:23,  c.8, s. 277-278.

[96] Taner Tatar, a.g.m., s. 278.

[97] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s.84.

[98] Esra Yakut, a.g.m., s. 408.

[99] Esra Yakut, a.g.m., s. 409.

[100] Esra Yakut, a.g.m., s. 415.

[101] Esra Yakut, a.g.m., s. 415.

[102] Esra Yakut, a.g.m., s. 415.

[103] Ahmet Taşağıl, a.g.e., s. 84.

YENİ HABERLER

YORUMLAR

Henüz hiç yorum yapılmamış.

YENİ HABERLER