Aradığın Ancak Sensin, Sen…
“Tanrıya inanıyorum ve bunu söylemekten utanmıyorum”…
Bu tümceyi son zamanlarda çok sık görür ve duyar oldum…
“İnanmak” ve “inanç” güçlü sözcükler gerçekten…
Hem bireyler, hem toplumlar için…
Ben bu yazımda “inanç” kavramını Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi sözleriyle süsleyerek irdelemek istiyorum…
Nedir inanç?
Neye inandığınızdır…
Ya da neye inanmadığınızdır…
İspata gerek var mı?
Neye inandığınızı ya da inanmadığınızı…
“You think of yourself as a citizen of the universe.
You think you belong to this world of dust and matter.
Out of this dust you have created a personal image,
and have forgotten about the essence of your true origin”
Mantıksal bir dayanak bulamazsınız çoğu zaman…
İnanıyorsunuzdur işte…
Herkes inanıyordur bir şeye…
Siz de inanırsınız…
Neye inandığınızı bilmeden çoğu zaman da öylesine körü körüne inanırsınız…
Aşk gibi inanç da…
Aşkta inanç olmadığında nasıl kuru, cansız, kekremsi bir tat hissedilirse…
Aşksız inançta da aynı kekremsi tadı alırsınız…
Gerçekten, yürekten dolu dolu sevmeyi bilmeden…
Aşkla bağlanmadan inandığını söylemek…
Çok derinden tüm hücrelerinde hissetmeden o aşkı, inançlı olduğunu iddia etmek neye yarar kendini kandırmaktan başka?
İnanç…
Ruh işidir…
Yürek işidir…
“The minute I heard my first love story, I started looking for you, not knowing how blind that was.”
Gönül işidir aslında…
Kimseye söylemeye, ispatlamaya gerek olmayan öyle derin bir ırmak içimizde…
Damarlarımızda gürül gürül çağıldayan…
Öyle ki…
Yüreği ve gönlü kılavuz edinen…
Onun verdiği şevkle yol alan…
Tanrının varlığını, yalnızca göklerde değil aldığı her nefeste, bedenindeki tüm hücrelerde hissedenlerin bildiği bir duygudur inanç…
“Do you know what you are?
You are a manuscript oƒ a divine letter.
You are a mirror reflecting a noble face.
This universe is not outside of you.
Look inside yourself;
everything that you want,
you are already that.”
Tanrı sözcüğünü duyduğunuzda aklınıza ilk gelen sıfattır inanç…
Zira Tanrıyı tanımladığınız her bir sıfat aslında kendinize yapıştırdığınız bir yaftadır farkında olmaksızın…
Akıl, inandığını ispatla der…
Yürek, zaten var olanı ispata ne gerek diye karşı çıkar…
Akıl git ara inandığını der…
Yürek O herhangi bir yerde değil zaten SENDE diye yanıt verir…
“You dance inside my chest, where no one sees you,
but sometimes I do, and that sight becomes this art.”
Akıl fark etmeye ihtiyaç duyar…
Yürekse zaten çoktan biliyordur aklın almadığını…
Zira o bir denizdir…
Okyanustur…
Engindir…
Ondandır engin olan, sonsuz olanla benzetilmesi…
Bir defa buldun mu o enginliği yüreğinde, artık hep O’nda kalacağını bilir akıl…
Ondandır yürekle didişip durması…
İnsan olmanın ve asla mükemmel olamayacak olmanın ispatıdır bu aslında…
Şüphedir insanı kendinde var olandan alıkoyan…
Bir öyle bir böyle…
Esrikler gibi yalpalaya yalpalaya…
Zamanı geldiğinde buluruz inanç kaynağımızı…
Öyle gelişiriz, öyle ilerleriz iç yolculuğumuzda…
Öyle dindiririz akılla yüreğin sonsuz atışmalarını…
“No more words. In the name of this place we drink in with our breathing, stay quiet like a flower… So the nightbirds will start singing.”
İşte o nedenle sevgili okurlar.
Demem o ki…
Her yerde bağıra çağıra kendimizi, inancımızı ispatlamaya çalışmanın bir anlamı yok sanki…
Öncelikle sesimizi kendi içimizde yükseltelim…
Yükseltelim ki tüm ruhumuzla, yüreğimizle, her bir hücremizle hissedelim inandığımızı..
Kuru bir eylem olmaktan çıkaralım inancınızı…
Yüreğimizin gücüyle dolduralım söylediklerimizin içini…
Ya da söylemeye bile gerek duymadıklarımızın!
Arzu ATEŞ
YENİ HABERLER
YORUMLAR
Henüz hiç yorum yapılmamış.