Şiir Tahlili: İstanbul´u Dinliyorum

29 Temmuz 2017, 14:44

Garip Akımının öncüsü olan, sevilen ve beğeniyle okunan şiirlere sahip, Orhan Veli Kanık’ın “İstanbul’u Dinliyorum” adlı şiirinin ayrıntılı incelemesi aşağıda verilmiştir. Bu inceleme beş temel unsur ele alınarak yapılmaya çalışılmıştır. Zihniyet, Yapı, Tema, Dil, Ahenk unsurları çerçevesinde açıklanmaya çalışılan şiirde; şairin, şiir anlayışı, dönemin özellikleri ve bunları şiirine ne derece yansıttığı saptanmaya çalışılmıştır. Yıllarca hafızalardan silinmeyen ve genç yaşlı herkesin en az bir kere dinlemiş olduğu “İstanbul’u Dinliyorum” şiiri, şairin en beğenilen şiirleri arasında yer almaktadır. Döneme damgasını vuran ve günümüzde de tazeliğini hiç kaybetmeyen bu şiirin daha iyi anlaşılması ve şiirin arkasında yatan duygu ve düşünce yoğunluğuna okuyanları ulaştırmak için bu tahlil siz değerli okurlarımıza sunulmuştur.

İSTANBUL’U DİNLİYORUM
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda:
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmıyan çıngırakları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalı Çarşı;
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa;
Güvercin dolu avlular.
Çekiç sesleri geliyor doklardan,
Güzelim bahar rüzgârında ter kokuları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başında eski alemlerin sarhoşluğu,
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Bir şey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı değil mi, bilmiyorum;
Dudakların ıslak mı değil mi, bilmiyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;
İstanbul’u dinliyorum.
Orhan Veli KANIK

ZİHNİYET
Türk şiirinde, çok kısa sayılacak bir ömür sürmelerine rağmen, unutulmayan şairler vardır. Cumhuriyet Döneminde yer alan, ölümsüz mısralara imza atan isimler arasında bir Cahit Sıtkı Tarancı, değişik kişiliği ve yazdığı güzel hikâyeleriyle de anılan Ziya Osman Saba, Ömer Bedrettin Uşaklı ve Orhan Veli Kanık gibi… Orhan Veli, hem pek çoğumuzun yadırgadığı türdeki şiirleri hem de yaşayış şekliyle daima hatırlayacağımız bir şairdir

Türk Edebiyatının önemli şairlerinden biri olan Orhan Veli, yaşadığı devirdeki ve daha sonraki dönemlerde, adından sıkça söz ettirmiş ve bazı şairlere de ilham kaynağı olmuştur. Orhan Veli, çocuk yaşlarından itibaren resim, müzik ve daha çok şiirle ilgilenir. Önceleri aruz ve hece veznini kullanarak yazar. Serbest olarak yazdığı ilk denemelerini Varlık dergisinde yayımlar. 1928 yılında Yedi Meşaleciler topluluğunun, ağırlığı hissedilen “Milli Edebiyat” hareketine karşı yeni bir çığır başlatmak istediklerini görüyoruz. Ama yine aynı yıllarda “putları yıkıyoruz!” diye ortaya çıkan Marksist bir grubun, başta Mehmet Emin, Yahya Kemal ve diğerleri olmak üzere o dönem Türk şiirinin önde gelen isimlerine saldırıya geçmelerine de şahit oluruz. Orhan Veli’nin az da olsa, arkadaşlarının biraz daha fazla bu başkaldırmanın tesiri altında kaldıklarını düşünmek yanlış olmaz. “Eskiye ait her şeyin” karşısında olma görüşüne katılanlar arasında yer alırlar…

Orhan Veli, 1941 yılında Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le birlikte yayımlamış oldukları Garip adlı şiir kitaplarının önsözünde, yüzyıllardan beri süregelen Geleneksel Türk Şiiri’nin hemen bütün özelliklerine karşı çıkıyor ve bu özelliklerden tamamen soyutlanmış bir şiir ortaya koyacaklarını ilan ediyorlardı.

Orhan Veli ve arkadaşlarının Garip Önsözünde savundukları görüşler şunlardı:

1-) Şiir, bir söz söyleme sanatıdır ve onun vezin ve kafiyeye ihtiyacı yoktur. “Bir şiirde takdir edilmesi lazım gelen bir ahenk varsa, onu temin eden şey, ne vezindir ne kafiye. O ahenk vezinle kafiyenin dışında da, vezinle kafiyeye rağmen de mevcuttur.” Vezinle kafiye, her şeye rağmen birer kayıttır. “Bunlar şairin düşüncesine, hassasiyetine hükmettikleri gibi, lisanın şeklinde de değişiklikler yapıyorlar. Nazım dilindeki nahiv acayiplikleri, vezinle kafiye zaruretinden doğmuştur.”

2-) Teşbih, istiare, mübalağa gibi edebi sanatlara ihtiyaç yoktur. Edebi sanatlar, eşyayı, olduğundan başka türlü göstermek gayretinden doğmuştur. “Yazının peyda olduğu günden beri, yüz binlerce şair gelmiş, her biri binlerce teşbih yapmış.” Günümüzde şair, bunlara birkaç tane daha ilave ederek edebiyata bir şey kazandırmış olamaz.

3-) Şiirde musikiye ve resme yer verme, onlardan faydalanma yanlıştır. Şiiri şiir, resmi resim, musikiye musiki olarak kabul etmeliyiz. Şiirde, mahreçleri aynı olan harflerin bir araya toplanmasıyla meydana gelen ahengi taklidi basit ve adi bir hiledir. “Şiir bütün hususiyeti edasında olan bir söz sanatıdır. Yani tamamıyla manadan ibarettir. Mana, insanın beş duyusuna değil, kafasına hitap eder. Binaenaleyh doğrudan doğruya insan ruhiyatına hitap eden ve bütün kıymeti manasında olan hakiki şiir unsurunun musiki gibi, bilmem ne gibi tali hokkabazlıklara” ihtiyacı yoktur.

4-) Şiir, bütün kayıtlardan, bütün sınırlamalardan kurtulmalı ve hiçbir süse ve zekâ hokkabazlıklarına başvurmadan, açık, basit, yalın bir şekilde, insanoğlunun “en büyük hazinesi olan” bilinçaltını boşaltmalıdır. Bu açıdan sürrealistler “takdire layık” sanatçılardır. Orhan Veli, burada bir dipnot düşerek herhangi bir edebi ekole bağlı olmadıklarını da önemle vurgular.

5-) Şiirde hücum edilmesi gereken zihniyetlerden biri de, mısracı zihniyettir. Bir şiirde, bir tek berceste mısraın kifayetine inanma şeklinde görünen bu zihniyete, meydan vermemek lazımdır. Şiir öyle bir bütündür ki, bütünlüğünün farkında bile olunmaz. Tıpkı sıvanmış, boyanmış bir binanın tuğlaları arasındaki harcı göremediğimiz gibi. Yüz kelimelik bir şiirde, yüz tane güzellik arayan insanlar vardır. Halbuki bin kelimelik bir şiir bile, bir tek güzellik için yazılır. Tuğla güzel değildir. Sıva güzel değildir. Bunlardan meydana gelen bir mimari eser güzeldir.

6-) “Eskiye ait olan her şeyin, her şeyden önce de şairanenin aleyhinde bulunmak lazımdır.” Nasır ve Süleyman Efendi kelimelerinin şiire sokulmasını hazmedemeyenlerse, şairaneye tahammül edebilenler, hatta onu arayanlar, hem de bilhassa arayanlardır.

7-) Şiir bugüne kadar, büyük sanayi devriminden önce “dinin ve feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiçbir işe yaramamış”, şimdi de “burjuvazinin malı” olmuştur. Yani hep “müreffeh sınıfların zevkine hitap etmiştir.” Yeni şiir ise, bu refah içinde yüzen azınlık sınıfın değil, “yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda” elde eden çalışan insanların hakkıdır ve onların zevkine hitap edecektir.
“Mesele bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yapmak olmayıp, sadece zevkini aramak, bulmak, sanata onu hâkim kılmaktır.”
“Yeni bir zevkle ancak, yeni yollarla, yeni vasıtalarla varılır. Bir takım ideolojilerin söylediklerini, bilinen kalıplar içine sıkıştırmakta hiçbir sanatkârane hamle yoktur. Yapıyı temelinden değiştirmelidir. Biz senelerden beri zevkimize, irademize hükmetmiş, onları tayin etmiş, onlara şekil vermiş edebiyatların, o sıkıcı, o bunaltıcı tesirinden kurtulabilmek için, o edebiyatların bize öğretmiş olduğu her şeyi atmak mecburiyetindeyiz. Mümkün olsa da “şiir yazarken şu kelimelerle düşünmek lazımdır.” diye yaratıcı faaliyetimizi tahdit eden lisanı bile atsak.”

Orhan Veli’nin edebiyatla ilgili genel çizgileriyle özetlemeye çalıştığımız bu görüşleri, Garip adlı şiir kitabıyla birlikte yayımlanır yayımlanmaz, sanat dünyasında geniş yankılar uyandırır. Çünkü Orhan Veli’nin Garip Önsözünde oraya koyduğu, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le bu kitaptaki şiirlerinde uygulamaya çalıştıkları, yukarıda belirttiğimiz görüşler, aslında şiirde büyük bir devrim, Geleneksel Türk Şiirinin yüzyıllardan beri devam edegelen yerleşmiş kurallarına toptan bir başkaldırı, bir isyandır. Bu yüzden herkes onu konuşur. Övgüler, yergiler, alaylar birbirini takip eder. Kimileri Garip’i akım olarak gördüğü halde, kimileri akım olarak kabul etmez.

Garip Önsözünde şiirle ilgili temel ilkeler belirlenir ve buna bağlı olarak karşı çıkılan şiir anlayışlarından bahsedilir. Üç çeşit şiire karşı çıkıldığı görülmektedir: Toplumcu gerçekçi şiir, hece şiiri ve Ahmet Haşim’in benimsediği şiir anlayışı. Toplumcu gerçekçiliğe karşı çıkışın ucu Nazım Hikmet’e dokunur. Hece şiirinde ise tepki gösterilen; kalıplaşmış sözler, şairanelik, romantizm gibi özelliklerdir. Ona göre hececi şiir, zamanı geçmesine rağmen kendini bir türlü yenileyememiş ve bu nedenle aşırı duygusallığa, şiirselliğe, ölçüye, uyağa yaslanmıştır. Garip hareketi pek çok yönüyle Ahmet Haşim’le de adeta bir hesaplaşma içerisindedir. Önceleri örnek alınıp saygı duyulan isim artık hedef haline gelmiştir. Garipçiler, Haşim’in diline, seçtiği konulara, kullandığı söz sanatlarına, imgelere, hitap ettiği ve ele aldığı kesime karşıdır. Dilinin sade olmaması, söz sanatlarına sık sık başvurarak şiirde çok anlamlılığa gitmesi, bunun bir “üst dil” oluşturması ve bunlardan dolayı şiirin anlaşılmasının zorlaşması eleştirdikleri temel noktalardır. Orhan Veli’ye göre onun şiirleri belirli bir eğitim düzeyine ve idrak yeteneğine sahip olan kişilere hitap etmektedir ve işlediği temalarda merkezde daima kendisi vardır. Garip, bütün bu özelliklerden dolayı Haşim’in şiir tarzını yanlış bulur. Orhan Veli’ye göre şiir dili sade olmalı; söz sanatlarından kaçınmalı, vezin ve kafiyeye bağlı kalınmamalıdır. Şiir geniş halk tabakalarına seslenmeli ve onları yani gündelik yaşamı, “küçük adamı” konu edinmelidir.

Garip’in şiir anlayışına dair ilk eserlerin ortaya çıkışı Oktay Rifat tarafından ise şöyle anlatılır: “1937 yılının yaz aylarında, hangi ay olduğunu şimdi pek kestiremiyorum, güneşli bir gün Orhan’la yan yana Özen’e doğru yürüdüğümüz gözümün önüne geliyor. Melih Belçika’da. Hava alabildiğine güzel. Özen’de caddeye karşı iskemlelere kuruluyoruz (…) Şiir lafı ediyoruz. Piyasa şairlerinin şiirleri ikimizi de sarmıyor. Başka, bambaşka bir şiir hasreti ikimizin de içinde. Ben yeni bir şiir yazmışım, Orhan’a okumaya pek cesaret edemiyorum. Çünkü ne vezni var ne kafiyesi. Hem de birkaç satırlık bir şey. Adı: “Saksılar”. Bir ara boş verip okuyuveriyorum. Orhan kolay coşmaz. Coşuyor. Şu işe bakın ki o da cebinden dört satırlık bir şiir çıkarıyor. Adı: “Kelebek”. Raymond Radiguet’den tercüme etmiş. Bu sefer coşmak sırası bende. sarmaş dolaş oluyoruz. O bambaşka şiire ilk adımı attığımızı biliyoruz. Üç dört günün içinde bu çeşit şiirlerden bir sürü yazıyoruz. Yarışırcasına karşılıklı okuyoruz”.

Yaşanan bu gelişmenin ardından bu şiirler Varlık’ta yayımlanır. Melih Cevdet’in yurtdışında olmasına rağmen şiirlerin yer aldığı sayfanın ona ithaf etmesi de, Garip’in üçlü bir hareket olduğunu gösterir. Sazyek’in de belirttiği gibi, Varlık’ın ilerleyen sayılarında (ilk şiirlerin yayımlanışından iki sayı sonra) Orhan Veli ve Oktay Rifat tarafından yazılan ‘Sürrealist Oyunlar’ adlı diyalog şiirler kendilerinin ve Garip hareketinin ilk poetika taslağı niteliğindedir.

Orhan Veli’nin Garip’ten sonra yazdığı şiirlerde, başlangıçta takındığı o sert tutumun zamanla yumuşamaya başladığı görülür. Ayrıca toplumsal konulara ağırlık verir. Daha lirik bir anlatıma başvurur. Ankara, Orhan Veli’nin en güzel yıllarını yaşadığı yer olmasının yanında, onun ölümüne sebep olan şehir olarak da hatıralarda yerini alır. Sanatçı, derginin kapandığı 1950 yılının Kasım ayında, bir haftalığına, Ankara’ya tekrar gelir. Gecenin bir yarısı, karanlık bir sokakta sarhoş olarak yürürken belediyenin onarım amaçlı kazdırdığı bir çukura düşer. Başından hafifçe yaralanır. İki gün sonra İstanbul’a geldiğinde baş ağrıları başlar. 14 Kasım günü bir arkadaşının evinde yemek yerken fenalık geçirir ve hastaneye kaldırılır. Hastanede, bu kazadan kaynaklanan bir beyin kanaması geçirir ve 15 Kasım 1950’de yaşamını yitirir. Orhan Veli’nin ölümünün ardından Melih Cevdet ve Oktay Rifat bir süre daha Garip’in çizgisinde yürümeye devam ederlerse de giderek bu akımın etkisinden uzaklaşırlar.

Orhan Veli ve Garip hakkında verilen bu bilgilerden sonra şiir ile ilgili şunları söyleyebiliriz: İstanbul’u Dinliyorum şiiri duyumsal bir şiirdir; fakat bütün duyular işlevlerini kulağa yüklemişlerdir. Orhan Veli, bu şiirinde sinestezi (bir duyu organının işlevini başka bir duyu organına yükleme) bakımından değişik bir yöntem uygulayarak, İstanbul’a gözleriyle değil; işitme duyusu aracılığıyla bakar. Böylesi bir tutum, kentin daha geniş açıdan değerlendirilmesine zemin hazırlar. Şair, İstanbul’un değişik yönlerini birlikte ele aldığı bu şiirinde, sucularıyla, Kapalı Çarsısıyla, Mahmut Paşasıyla, kaldırımda yürüyen yosmalar ve onlara laf atan insanlarla İstanbul’u geniş bir şekilde anlatır. Bir yosma görür. Şiirde yosma geceyi, yosmanın yere düşürdüğü gül kırmızıyı, kırmızı dudakları, dudaklarsa şehveti çağrıştırır. Bu kompozisyonla anlattığı ortam; şairin yedi tepenin eteklerinde yüreğinin çırpınmasıyla son bulur.

İstanbul’u Dinliyorum, aynı zamanda bir iç yaşantının dile dökülmesidir. Şiirdeki özne önceki yaşantıların ve deneyimlerin oluşturduğu şehir imgeleri içinde dolaşmaktadır. Önce hafiften bir rüzgârı, peşinden sucularının ve sürü sürü kuşların çığlıklarını duyan öznenin, iç dünyada bir şehir turuna çıkmaya hazırlandığı sezilmektedir. Martı çığlıklarından sonra, dalyanlarda çekilen ağlar, Kapalı Çarşı, Mahmut Paşa, güvercinli avlular (câmi avlusu mu acaba), çekiç sesleri, ter kokuları, eski bir yalı, yosma ve bıçkınlarıyla kaldırımlar, çırpınan etekleriyle hatırlanan sevgili şeklinde sıralanan mekânlar, durumlar ve anılar, asıl olarak yaşadığı her yerde, dokunduğu ve gördüğü her şeyde tat veren yaşamsal damarı arayan; aynı zamanda sosyal duyarlığı da olan küçük adamı gösterirler.

YAPI
Orhan Veli’nin yaşamında, rüyalarında bile allı pullu gemiler görecek kadar denizin ve suyun büyük önemi vardır. “İstanbul’u Dinliyorum” şiirinde hem deniz hem Yedi Tepeli İstanbul betimlemesi iç içedir. Görme engelli birinin duyduğu hassasiyetle anlatır kentin seslerini. Farklı biçimlerde okunmaya imkân veren İstanbul’u Dinliyorum şiirinde belirgin olarak bir İstanbul özlemiyle karşılaşırız.

Şiirde üç birim yer almaktadır. İlk birimde; şairin, İstanbul’dan uzak bir yerde, gözlerini kapatarak (İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı); şehrin sesini duyuşunu, dolayısıyla şehrin görüntüsünü ve anılarını zihninde canlandırışını görürüz.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda,
Sucuların hiç durmıyan çıngırakları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

Ağların dalyanlardan yavaş yavaş çekilmesi; Kapalıçarşı’nın serinliği, Mahmutpaşa’nın hareketliliği ve renkliliği; doklardan gelen çekiç sesleri ve bahardaki ter kokuları, söyleyenin zihninde yer eden belli başlı anlar, görüntüler, izler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Loş kayıkhanelerin betimlenmesi ve lodos uğultusu eşliğinde İstanbul özlemi, okurun da zihninde oluşur böylece. Gözlerini kapamak/yummak ana ekseniyle, şiirin öznesinin İstanbul’a olan uzaklığı okurda iyice belirginleşir. Ancak, şiiri söyleyen; yukarıda dediğimiz gibi, İstanbul’dan uzakta bir yerde gözlerini kapatarak İstanbul’u düşlediği gibi merkezin çok yakınlarında örneğin Boğaz’da (ya da adada) bir yerde gözlerini kapatıp da bu görüntüyü zihninde canlandırmış olabilir. Şair bu konuda net bir şey ortaya koymamış, her iki durumdan birini seçmeyi bize (okura) bırakmıştır.

Şiirin bu imgesel atmosferi zihnimizde anılara/özleme ilişkin bir görüntü oluştururken ikinci birimdeki dizelerde şiirin içine bir ”öykücülük” girer ve şiir anlatımcı bir tarza doğru yol alır:

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, lâf atmalar.
Bir şey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.

Şair, kırmızı gül ile düşmüş bir kadının yaşamı arasında bir paralellik kurmuştur. Gül, aslında bu kadının harcanmış yıllarını, gençliğini çağrıştırmaktadır. Aynı zamanda şair, kadının elinden düşen gülün onun masumiyetini simgelediğini göstermiştir. Son öbekte vurgulananlara göre bu kadın, şairin sevgilisi olabilir. Nitekim “Bir kuş çırpınıyor eteklerinde; / Alnın sıcak mı değil mi, bilmiyorum; / Dudakların ıslak mı değil mi, bilmiyorum; / Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından / Kalbinin vuruşundan anlıyorum; / İstanbul’u dinliyorum.” dizeleri okuyucuyu böyle bir izlenime sürüklemektedir.

Son birimde ise, şairin sevgilisine seslendiği açık olarak görülmektedir. Ancak sevgilisi, yukarıdaki yosma da olabilir bu özlem atmosferinde başka biri de. Burası çok açık verilmemiştir. Kuş, yosmanın elbisesinin eteklerindeki bir motif olarak karşımıza çıkıyor. Eteklerdeki çırpınan kuş motifiyle şair, yosmanın özgürlüğünü yitirişinin vurgulamaktadır.

TEMA
Her şeyin şiire konu edinilebileceğine inanan Orhan Veli ve arkadaşlarının Cumhuriyet Dönemi Şiirine yaptığı en büyük katkılardan biri de bu inançlarını eserlerinde uygulamaları oldu. Bunun için de ilk olarak sıradan insanı kendilerine konu edindiler. Böylece, eski şiirlerdeki kahramanlaştırılan ideal insan tipinin yıkılmasını sağladılar. Divan şiirinde insan, aşkın arayıcısı olan kusursuz ve soyut bir varlık; Namık Kemal ve Mehmet Akif gibi şairlerin eserlerinde toplumu için mücadele eden bir kahraman iken Orhan Veli’nin şiirlerinde gündelik sorunların peşinde koşan sıradan bir vatandaş olarak yer alır. Örneğin Kitabe-i Seng-i Mezar şiirinin kahramanı olan Süleyman Efendi, hayattaki en önemli sorunu nasır olan, Allah’ın adını sık anmasa da günahkâr sayılmayan, var oluş problemi yaşamayan bir adamdı. Süleyman Efendi’yle ilgili olarak Orhan Veli: “Ben hayatı sadelik içinde geçmiş basit bir adamın hayatından bahsetmek istedim. Acayiplik olsun diye yazmadım şiiri neşretmeden evvel de bu kadar yadırganacağını tahmin etmiyordum.” demiştir. Nasırı önemseyip edebiyata soktuğu için eleştirenlere ise şu cevabı vermiştir: “Hayatından daha büyük manevi ızdırapları olmayan bir insan için nasırın mühim olduğunu telakki ediyorum.”

Toplum eleştirisi teması da Orhan Veli tarafından sık sık kullanılmıştır. Fakat şair, bu konuyu kendisinden önce bu türün örneklerini veren Namık Kemal, Nazım Hikmet gibi isimlerin aksine ironi ve parodi tekniklerini kullanarak işlemiştir. Şair, Hardalname, Cımbızlı Şiir, Vatan İçin, Bedava ve Kuyruklu Şiir’in örnek olarak verilebileceği şiirlerinde sadece durum tespiti yapıp herhangi bir ideolojiyi savunmamıştır.

Orhan Veli; Dedikodu, Söz, Tahattur, Şanolu Şiir, Sereserpe, Eski Karım, Aşk Resmigeçidi gibi pek çok şiirinde ise aşk ve cinsellik konusunu işlemiştir. Aşk; Orhan Veli’nin şiirlerinde hiçbir derinliği olmayan, gönül maceraları ve basit sevişmeler halindedir. Sevgilisini ‘vesikalı yarim’ diye anarak eski şiirdeki ilahe tacını sevgiliden atar. Sevgili uzanıp yatıvermiş entarisi hafiften sıyrılmıştır. Adeta sevgili rahat tavırlarıyla hep şairin kollarındadır. Öte yandan ‘çocukluk’, şairin hem Garip öncesi hem de Garip döneminde sık sık kullandığı temalardan biridir. Bu temanın örnekleri arasında Ağaç, Kuş ve Bulut, Rüya, Robenson sayılabilir. Sanatçının çocuk algısıyla yazdığı şiirlerde duygu tonu diğer şiirlerine göre çok daha fazladır. Şairin işlediği diğer temalar arasında; yaşama sevinci (Ne Kadar Güzel, Sokakta Giderken, Güzel Havalar, Birdenbire), savaş (Bizim Gibi, Tereyağı, Gangster), yolculuk (Yolculuk, Seyahat) gelir. Talât Sait Halman’a göre var olmanın ve yaşamın sevincini Türk Edebiyatına sistemli olarak yerleştiren isim Orhan Veli olmuştur. Ayrıca Kanık; Nedim ve Yahya Kemal ile birlikte Türk şiirinin sayılı İstanbul şairlerinden biri kabul edilmektedir. Orhan Veli İstanbul’u Y.Kemal’in tersine tarih, sanat ve kültür kenti olarak değil cıvıl cıvıl insanlarıyla kalabalık, meyhaneleriyle, yaşanmışlığıyla ve yaşanmış aşklarıyla anar. Üsküdar, Galata köprüsü, Kapalı çarşı, muhallebici dükkânı, kadınları, güvercinleri ile hep beraber ve rengârenk hikâyeleriyle İstanbul şiirlerine girer.

İşte İstanbul’u konu alan şiirlerinden biri de incelediğimiz bu şiirdir. Şair, şiirde İstanbul’u; sucularıyla, Kapalı Çarşı’sıyla, Mahmutpaşa’sıyla, kaldırımda yürüyen yosmaları ve onlara laf atan bıçkınlarıyla geniş bir perspektif ve dinamik bir figüratif yapı içinde sunar. Kent insanlarının yaşayışından kesitler sunar. Büyük bölümü sosyal yapıya yönelik olan ‘İstanbul’u Dinliyorum’, son bentte belirsiz bir kadın figür aracılığıyla adeta bir aşk şiirine dönüşerek bireysel bir kimlik kazanır. Bu bölümlerde kadın ve aşk teması İstanbul ekseninde birleşerek şiirde belirir.

DİL
Orhan Veli’ye göre; ‘Dil, halkla kurulan bir müessesedir. Onu gerçi halk yapar. Ama yayılma sahası geniş olan vasıtaların da halk üzerinde büyük etkileri vardır.’ Dil, ‘her zaman, her yerde düşünmemiz’ gereken bir konudur. ‘Bir takvim yaprağında, bir sokak ilanında, parklara diktiğimiz levhalarda, lokanta listelerinde, hâsılı her yerde bir dil davası karşısında bulunduğumuzu unutmamalıyız; binlerce insan tarafından okunacak bozuk bir cümlenin birçok kişinin aklını çelebileceğini unutmamalıyız. Sağlam bir dile ancak böylelikle sahip olabiliriz.’.

Yukarıda dil üzerinde düşüncelerini belirten Orhan Veli’nin bu konudaki hassasiyetini görebiliriz. Orhan Veli Kanık, şairin anadilini çok iyi bilmesi ve işlemesi gerektiği düşüncesindedir. Bu sorumluluğu ise ‘evrensel olabilme’ amacına bağlar.

Dilinin özelliklerini, anlatım yollarının çeşitliliğini bilmeyen, bu hususta bir çaba göstermeyen şair, dünya efkârı umumiyesinden hiçbir şey beklemeyecek böylece ölüme mahkûm olacaktır diyen Orhan Veli Kanık; şair ve dil ilişkisini anadili çerçevesinde irdeledikten sonra, “dilin şiirdeki yeri” konusuna da, yine anadili ile bağlantı kurarak, değinir:

“Bu hakikat onun dil davasındaki önemini belli etmekten başka, bir de dilin şiirdeki yerinin ne olduğunu göstermesi bakımından ehemmiyetli. Kimi dostlar, şiirin başka şey, dilin başka şey olduğunu sanıyor. İçlerinde ‘Canım, sen Türkçesine bakma, şiire bak’ diyenlere bile rastladım. Türkçeyi bilmeden, hem de en iyi şekilde bilmeden, nasıl bir şiir yazılır, anlamıyorum”.

Şair, aynı konferansında dilin şiirdeki yerini, söz varlığı bakımından da değerlendirir. Bu konudaki ifadeleri, konuşma diline yer vererek şiiri basitleştirdiği gerekçesiyle eleştirilen Garip hareketinin bir üyesinin, aslında dil üzerine ne denli titizlikle durduğunu göstermesi açısından önemlidir. “Şiir kelimelerle söylenir” sözlerinde şiir ustalığına ulaşmış bir şairin düşünce birikimi bulunmaktadır. Ona göre sözcüğün şiirdeki anlamsal durumu ve yerleşim konumu estetik düzeyi belirleyen başlıca etkendir:

“Ayışığı da mehtap da, ikisi de aynı manaya gelir. Ama şiirdeki yerleri, ne kadar başka başkadır. Şiir biriyle ne kadar şiir olacaksa, öbürüyle o kadar berbat olur. (…) Hatta aynı kelimeler bile güzelliklerini yahut çirkinliklerini yan yana geliş şekillerine borçludurlar.”.

Orhan Veli Kanık, bir görüşmede eski ve yeni şiiri karşılaştırırken ‘Bugünkü şiirimizin eski şiirimize faik tarafı dildir.’ ifadelerinde görüldüğü gibi, dili ölçüt olarak kullanmıştır. Dili ölçüt almayı Divan şiirini değerlendirişi sırasında da sürdüren şair, klasik şiirimizin ülke sınırlarını aşamamış olmasının başlıca nedeni olarak dili göstermiştir. ‘Eski Türk cemiyeti dilini, büyük bir dil yaparak Avrupalılara öğretebilseydi Divan şiiri dünyanın büyük şiirlerinden biri olurdu.’ sözleri, o dönem dilinin, konuşma diline uzaklık ve alfabe farklılığı gibi nedenlerle batılı insana öğretilmesinin zorluğunu ön plana çıkaran bir yaklaşımın ürünüdür. Bu düşünceye sahip olan Orhan Veli, halktan ve konuşulan dilden uzak şiirin, geniş kesimlerce beğenilmesi ve okunabilmesinin imkânsız olduğunu vurgular.

Dil hakkında bu görüşlere sahip olan Orhan Veli, sürrealist akımın etkisiyle ve her türlü yükten arınma dileğiyle eserlerinde, “otomatik yazı” anlayışını kullanırdı. Onun için, gerçek direkt güzeldir; güzel olmasa bile insan için son derece mühimdir. Onu süslemeye, değiştirmeye gerek yoktur. Şairin vazifesi gördüğünü hiç bozmadan açık ve sade bir şekilde ortaya koymaktır. O, şiirin kelimelerle yazıldığına inanan bir dil ustasıdır. Bu dil halkın konuştuğu günlük konuşma dili olmalıdır. Halkın dilinde her şeyi anlatmaya yetecek kadar kıvraklık vardır. Orhan Veli, günlük hayatı ve sık sık karşılaşılan manzarayı herkesin dikkat etmediği güzellikleriyle sunmuştur. Sanki hayatın ve kâinatın güzelliğini hatırlatmaya çalışır. Gözleri kamaştıran varlığı sıfatsız, mecazsız, tasvirsiz, sözü eveleyip gevelemeden direkt olarak ama dolgun mısralarla yazmıştır. Kâinatı buzlu camlar arkasından değil adeta gün ışığından görmek istercesine açık, seçik olmuştur. Orhan Veli’nin şiirlerinde varlıklar araya düşünce çağrışım, benzetme vb. girmeden doğrudan doğruya verilir. Dil perdesi adeta ortadan kalkar ve insan adeta varlığa elleriyle dokunur gibi olur. Orhan Veli iyi yazılmış gerçekçi roman tesiri yapan şiirler yazmayı başarmıştır. Üstelik tek mısrada, tüm romanı anlatabilecek seviyededir. Ayrıca Orhan Veli, en çıplak idrak için şiirlerinden sıfatları bile mümkün mertebede atar. Az ve öz kelimelerle konuşur. Varlığa dikkat çekmek için en çok işaret sıfatlarını kullanır.

İncelemeye alınan İstanbul’u Dinliyorum şiirinde, şairin yukarıda bahsedilen düşüncelerle paralel bir yapı kurduğu söylenebilir. Son derece açık ve yalın ifadeler kullanan şair, anlamı bilinmeyen hiçbir kelimeye şiirde yer vermez. Günlük konuşma dilini şiire sokma düşüncesinde olan Orhan Veli, bu eserinde düşüncesini uygulamıştır. Halkın kullandığı ifadeler ve sözcükler şiirde yer almaktadır. Ayrıca şiirde hiçbir sınırlandırmayı kabul etmeyen şair, İstanbul’u Dinliyorum’da argo sözcüklerde kullanmıştır. Kısa dizeler aracılığıyla anlatılmak istenen uzatılmadan, süse büründürmeden net bir şekilde sunulmuştur.

AHENK
Garip bildirgesinde varlığı vezin ve kafiyenin dışında oluşan bir ahengin mevcut olduğunu belirtmiş olan Orhan Veli Kanık, diğer poetik çalışmalarında ise ahengi bütünüyle reddeder. Bu konuya değindiği iki görüşmede ahengi bu iki ögeden kaynaklandığı için yadsımıştır. Dolayısıyla, ön sözde vezin ve kafiyeye dayalı olmadan da bir ahengin meydana gelebileceği ve bundan ileride söz edeceğini belirtmesine rağmen, makalelerinde ve kendisiyle yapılan görüşmelerde bu tür ahenge hiç değinmemiştir. Şair, ilk görüşmede vezin ve kafiyenin yarattığı ahenk tarzını ilginç bir benzetme aracılığıyla eleştirir. Onu, Ortaçağ Avrupası’nda skolastik düşüncenin kurumlarından olan Engizisyon mahkemelerinde uygulanan bir işkence tarzı ile özdeşleştirir:

“Engizisyon mezalimi sırasında mahkûmun alnına muntazam fasılalarla su damlatmak gibi bir garip öldürme şekli var. Bunu yapan insanla karin kafasına ve sinirlerine vezinle kafiyenin ıttıradını vermekte ısrar eden sanatkâr arasında bir orijinalite ve muaşeret farkından başka bir şey göremiyorum.” .

Ardından, meseleyi, müziği şiire egemen kılmaya çalışarak şiirin özünün dikkatten kaçmasına yol açan “ahengi taklidi”, yani müzik sanatının ögelerini taklit yoluyla oluşturulan ahenk hakkındaki düşüncelerine getirir ve “Tiyatro için çok daha lüzumlu olan dekora itiraz ediyorlar da şiirdeki müziğe itiraz etmiyorlar. ‘Ahengi taklidi’ denilen şeyden nefret duymaktayım. Hele ahengi vezin ve kafiye ile temin imkânına inanmak safiyet ve besateti karşısında bütün bütün hayret ediyorum.” sözleriyle yine bu iki öğeden doğan ahenge şiddetle karşı çıkar. Yeni bir zevk ortaya çıkarabilmek için eski olan her şeyden uzak duran Orhan Veli, hece ve aruz ölçülerini kullanmayı reddetti. Kafiyeyi ilkel; mecaz, teşbih, mübalağa gibi edebi sanatları gereksiz bulduğunu açıkladı. “Geçmiş edebiyatların öğrettiği her şeyi, bütün geleneği atmak” amacıyla yola çıkan Kanık’ın bu arzusu, şiirinde kullanabileceği teknik olanakları azaltsa da şair, ele aldığı konular, bahsettiği kişiler ve kullandığı sözcüklerle kendine yeni alanlar oluşturmayı bilmiştir.

Ahenk üzerine bu düşüncelere sahip olan Orhan Veli, serbest ölçüyü kullanarak kaleme aldığı İstanbul’u Dinliyorum adlı şiirinde belli başlı ahenk ögelerinden yararlanmıştır. Şiirde “ç”, ”k”, “r” ve “l” sesleri kullanılarak aliterasyon yapılmıştır. Klasik kelime ve ifade tekrarları sıkça görülmektedir. Bolca ikilemeler kullanan şair, çoğul ekleriyle de ahengi sağlama yoluna gitmiştir. Şiirin adı olan “İstanbul’u Dinliyorum” sözcükleri her kıtanın ilk ve son dizelerinin başında yinelenerek(12 kere) örnekleme gerekmeyecek şekilde uyaklarla örülü bir yapı dikkat çekmektedir. Ayrıca Orhan Veli, şiirlerinde sesten de faydalanmaktadır. Şiirde mısra sonlarında kafiyemsi kelimeler de yer almaktadır: (Kapalı, çıngırakları, ayakları, yalı, olmalı). Bunların dışında şiirin kendine özgü bir şiirselliği da vardır. Orhan Veli’nin bu şiirinde farkında olmaksızın gözlerimizi kapar, kelimelerin bizi alıp götürdüğünü hissederiz. Rüzgâr yüzümüzü bıçak gibi kesmez de şöyle tatlı tatlı tenimizi okşar… Şairin anlattıkları okuyucu derinden etkiler. Bu etkilenmişlik haliyle okuyucu, kendini şiirin dünyasına bırakır. Şiirdeki bu ayrı özellik sebebiyle Zülfü Livaneli tarafından da bestelenen İstanbul’u Dinliyorum şiiri yıllardır beğeniyle okunmaktadır.

Emre BAYRAKTAR
Kaynak: http://www.edebiyatfatihi.net/2013/07/istanbulu-dinliyorum-siir-tahlili.html

YENİ HABERLER

YORUMLAR

Henüz hiç yorum yapılmamış.

YENİ HABERLER